Çok doluyum. Son söyleyeceğimi başta deyivereyim: Bazıları Allah'ı biyolojiyle (daha doğrusu 'biyolojinin bildikleri kısmıyla') esir almaya çalışıyorlar. Sanki Âlemler Rabbi biyolojinin kurallarına uymaya her şekilde mecburmuş gibi, onları aşamazmış gibi, kendi koyduğu kurallarla 'kudret eli-kolu' bağlanmış gibi, hatta (tabir-i caizse) biyoloji yaratışta onun dilemesinden aşkın bir üst-ilahmış gibi muhabbetler dönüyor.
Nerede? Sosyalmedyada. Mesela: Modernistlerin konuşmasını pek sevdiği 'Âdemler-Havvalar' meselesinde. Bu ahirzaman zıpçıktıları, güya modern bilimi de arkalarına alıp, diyorlar ki: "Efendim, insan türünün yalnız iki bireyden ortaya çıkması mümkün değildir, gen havuzu kısıtlanmış olur, bu kısıtlı gen havuzundan bu kadar farklılık çıkmaz, bik, bik, bik..." Neden bunu söylüyorlar peki? Çünkü Batı'daki abileri bunların kulağına öyle fısıldıyor. Sanırsınız bunlara vahyi İsviçreli bilimadamları getiriyor. Sünnetlerini Science dergisi belirliyor. İtikatlarını onlardan alınca kusurları da buraya taşımış oluyorlar. Eğriyle doğruyu aşılıyorlar.
Halbuki bir müslüman itikadını kendi kaynaklarından alır. Bu onun 'yerelliğini' korumasının yegane şartıdır. Yoksa haberi olmadan 'tarlası sürülür' de, Cenab-ı Hak'tan bir hidayet yetişmezse, ölene kadar nasıl operasyon yediğini anlayamaz. Peki Batılı kaynaklar hiç mi okunmaz? Elbette okunabilir. Fakat itikat almak için değil. İtikadımıza delil sağlayabilmek için. Yan malzeme olarak. O da 'katiyyet'le bağlanmadan. Sarsılmaz argümanlar gibi görmeden. Neden? Çünkü seküler bilimlerin yolculuğu parçadan bütüne doğrudur. Ulaştıkları her yeni bütünlükte kurallar yeniden irdelenir. Bazı olur, yeni bir fizik anlayışı bir öncekini, hem de çok kat'i sanılan bir öncekini, gümletir. Tıpkı Kuantum'un Newtoncu fiziğe yaptığı gibi. Aynısı diğer bilimlerde de mevcuttur.
Birgün anahaber bültenini açarsınız Kanadalı bilim adamları 'taze etin kalbe zararlı olduğunu' söylerler. Ertesi gün açarsınız Almanlar onların bu yanlışını düzeltir. Başka birgün açarsınız Canan Karatay alayına meydan okuyaraktan bir danayı çiğ çiğ yer. Pardon. Bu sonuncusu olamaz. Ama konu hakkında okuma yapanlar bilirler: Bu yüzyılın başlarında doktorların 'sigaranın sağlığa yararlı olduğuna dair' açıklamaları vardır. Hatta bu açıklamalar 'tavsiye' olarak gazetelerde yayımlanmıştır. Yine pedagoji de böyle sık sık 'silbaştan' yapan bilimdallarından birisidir. Önce birisi çıkıp "Annelerin bebeklerini çok kucağa alması özgüven eksiltiyor!" der, hop, çocuklar beşiğe. Sonra bir başkası çıkıp der ki: "Yok, öyle değilmiş, asıl kucağa almayınca çocukların özgüveni eksiliyormuş!" Hayda! Hadi, hop, tekrar bebekler kucağa.
Bütün bu 'bir öyle-bir böyle'lerden kurtulmanın yolu, itikadı 'parçadan bütüne' giden bilimdallarının elinden alıp, 'bütünden parçaya' konuşan naklî kaynakların eline vermektir. Yani Kur'an'ı, sünneti ve onların sahabeden bugüne sahih yorumlarını esas tutmaktır. Yoksa biyoloji bilimi bugün der ki: "İki kişinin genleri bütün bir insanlığın genetik havuzunu oluşturmaya yetmez!" Sonra Canan Karatay çıkar der ki: "Hadi oradan. Fırsatçılar sizi. Ben hergün yiyorum birşey olmuyor." Pardon. Canan abla bu konularla ilgilenmez. Ama başka genetikçiler çıkıp şöyle der belki: "Hayır, iki insanın genleri bütün bir insanlığın genetik havuzunu oluşturmaya yeter, yeter ki doğru zenginlikte genlerle yolculuk başlamış olsun." Tabii, siz eğer evvelki genetikçilere uyup itikadınızı onlara bina ederseniz, sonrakilere yetişemeyenlere epeyce bir geçmiş olur. Zira hakkında ayet bulunan meselede gereksiz şüpheye düşülür.
Yahut da, bütün bunları aşıp, ta baştan Allah tasavvurunuzu dininizin emrettiği şekilde inşa edersiniz. Bütün şüpheleri onun azametiyle boşa çıkarırsınız. Ne demek bu? Biraz açalım:
Benim şöyle bir iddiam var. Allah tasavvurunun zirve noktası İslam'dadır. İslam'dakinden daha kemalde bir Allah tasavvuru, ilah tanımı/tarifi, hiçbir dinde mevcut değildir. Bu işin zirvesi İslam'dır. Neden? Çünkü İslam'dan başka bütün dinler şöyle-böyle şirkler barındırırlar. Şirk ne demek peki? Allah'a 'Allahlıkta' ortak uydurmak demek. Onun isim, sıfat ve şe'nlerinde sonsuzluğuna sınır koyacak 'ilahçıklar' vehmetmek demek. Bu kurgunun türü ne olursa olsun; yani; ister Zeus gibi karısından korkan bir tasavvura tapılsın, ister Budistler gibi pehlivan heykeli önünde secdeye kapanılsın, ister Hindular gibi öküzün ayağı öpülsün, nihayetinde ilahlık payesi verilen şeyler yaratıcılığı bölüşmektedirler. Bu bölüşüm, ister istemez, isimlerde/sıfatlarda sonsuzluğu hakkıyla taşıyacak tekbir ilahtan, 'bölümlü' dolayısıyla 'sınırlı' yani 'birbirlerinin tasarrufunu sınırlar' ilahçıklara inanmaya götürür insanı. Evet. Böylece Kur'anî tabiriyle 'herşeye gücü yeter' tek Allah'tan 'şuradan şuraya kadar' parsel parsel varlığı bölüşmüş ilahçıklara düşmüş olursunuz. Bu elbette bütün bir yaratılışa bakışınızı etkiler.
Mesela: Genetikle bulanmış bir şüpheyle bana gelen olursa derim/diyorum ki: Kardeşim, ben, bütün evreni yoktan yaratan, yarattığı evreni her an muhteşem bir düzen içinde devam ettiren, bir topraktan/sudan milyarlarca çeşit canlı yaratmış, o canlıların içinde dahi binlerce farklı türler irade etmiş, hatta bir insan türünün her bireyinin yüzünü bir diğerine benzetmemiş bir 'orijinallikler' ilahına tapıyorum. Yani genetikten kapıp geldiğin şüpheyi hiç tınlamıyorum. Zira bu şüphe 'biyolojinin aşılmayacağı önyargısına' dayanıyor.
Bu benim inancıma göre bir dogmadır. Benim inandığım tasavvurda bir Allah böyle bir engele takılmaz. Nasıl dilerse öyle yaratır. Yaratıştaki kuralları 'aşılmazı' değildir. Bir topraktan bu kadar şeyi yaratana dört tane amino asitten şu kadar insanı yaratmak zor gelmez. Nerede kanununu kırmak istiyorsa orada kırar. Nerede değiştirmek istiyorsa orada değiştirir. "Başlangıç iki insanla oldu!" buyuruyorsa öyledir. "Hz. İsa aleyhisselamı babasız yarattım!" diyorsa öyledir. "Hz. Zekeriya aleyhisselamın eşi kısır olduğu halde Yahya'ya sahip kıldım!" diyorsa öyledir. "Hz. İbrahim aleyhisselamın eşi yaşlı olduğu halde İshak'ı verdim!" diyorsa öyledir. Öyledir, öyledir, öyledir. O nasıl buyurmuşsa öyledir. Nasıl dilemişse öyledir. Üç kuruşluk genetik Allah'ı esir alamaz.
Bu noktada Bediüzzaman'ın bize öğrettiği bir bakış açısı çok aydınlatıcıdır: Cenab-ı Hak 'kanundan hariç fertler' yaratarak bize o kanunlarla bağlı olmadığını, kudretinin herşeye yettiğini, nasıl dilerse öyle eyleyebileceğini göstermiş olur. Âl-i İmran sûresinde (ve Kur'an'ın genelinde) anlatılan böylesi mucizeler de aslında, işte, bu yönde yapılmış ikazlardır. Biz birşeyin hep aynı 'mukarenetlerle' olmasını, 'aynı şartlarda' gerçekleşmesini, o şeyin yaratımının bu şartlara bağlı olmasıyla açıklarız. Daire-i muamelatta işlerimizi yürütürken bir kolaylık sağlar bu.
Ancak Allah onu öyle yaratmaya mecbur değildir. Çünkü daire-i itikatta işler böyle değildir. O düzenini onu anlamamız için bir kolaylık kılmıştır. Elhamdülillah. Ama kendisi bu nizamın esiri değildir. Olmamalıdır. Kendi koyduğu nizamın esiri olan ilah 'Allah' olamaz. (Bu bir acziyettir.) Ancak müşriklerin 'ilahçıkları' olur. Yani arkadaşım, doğru bir Allah tasavvuru, tüm şüpheler için bir 'koruyucu hekimlik'tir. Demek herşeyden önce itikadımızı düzeltmeliyiz. Gerisi kendiliğinden düzelir.