Memleketimizin siyâsî târîhi sürprizlerle doludur. Bizdeki siyâset ortaoyunu gibidir. Sâhaya veya sahneye ne zaman, kimin çıkıvereceği belli olmaz. Oyuna her katılana, katıla katıla gülmek gibi millî bir hasletimiz vardır. Karşımızdakinin ille de bir komiklik yapacağını bilir ve bekleriz. Adam rol îcâbı ağlasa, biz kahkahayı basarız. En kederli mimik, gülmekten göz yaşlarımızı akıtır. Sahnedeki dram oynarken, seyircisi komedi seyreden başka millet var mı; bilmiyorum?
Oyunun sonucu ne olursa olsun, hemen alkışlamaya da hazırızdır. Şaklabanlık yapana alkış. Sahtekârlık yapana alkış. Tahkîr, tezyîf, tahrîk, tezlîl; yine alkış. Eskiden ıslıklamak, yuhalamak mânâsına idi. Son kırk – elli senedir, takdîr yerinde kullanılıyor. Hep berâber ayağa kalkıp, okumuşlarımız “Bravo! Brava!” diye yırtınırken; cühelâmız kuvvetli ıslıklarla padırdayan avuçlarımıza eşlik ederler.
Üniformanın her türlüsü bizi heyecanlandırır. Bu ister askerî zevâtın kıyâfeti olsun, ister sivil erkânın; fark etmez. Resmiyeti ifâde etmesi bize yeter. İlmiyenin, adliyenin cübbeleri; mülkiyenin “grand tuvalet” takım elbisesi tüylerimizi ürpertir. İçimizdeki şeytan ayağa fırlar. Bizi de fırlatır. Öyle mürâîce, öyle sun’î, öyle dalkavukça bir tavırla saygılarımızı, aynı mânâda da olsa hürmetlerimize katarak sunarız ki, olursa o kadar olur!
Siyâset erbâbının nezdimizde ayrı bir yeri vardır. Onları hem sever, hem yereriz. Hem inanır, hem aslâ îtimat etmeyiz. Hem yüceltir, hem îtibâr göstermeyiz. Nasıl oluyor bu zıtlar yan yana bulunuyor? Yan yana değil elbet… Yüzlerine karşı birinci şık; arkalarından ikinci şık! İster çirkin bulun, ister şık! Onların her yaptığını, “Ben olsam..” diye başlayan bir cümle ile alabildiğine tenkît etmek için yüksek siyâset, idâre, dünyâ ahvâli filan bilmeye lüzum yoktur. Ama, dâimâ onların hazır olmadığı yer ve zamanlarda… Karşılarında iken, her hareketi hizmet, her sözü hikmet, her kàli ibret, her hâli medâr-ı minnet olur. Arkasını döndü mü, her vasfı takla atar. Her sıfatı yana yatar. Her davranışı göze batar.
Halkın yıllar boyu çektiği sıkıntıların kaynağı onlar olduğu gibi, millete erişen bütün ni’metlerin sebebi de onlardır. Ülkede taş taş üstüne konmuşsa onların sâyesindedir. Millet saç baş yolmuşsa onların yüzündendir. Hayırlar onların eliyle ulaşır; şerler de… Ahâlinin elinde, asma kefeli pazar terâzisi; bir kefesinde siyâsetçinin günâhı, diğerinde savâbı… Tart babam, tart!
Her insanın mala, makàma, servete, güce, hürmete, alkışa, takdîre zaafı vardır. Tabiî, derece derece. Kimi canını verecek kadar hırs sâhibidir; kimi kanâatkârdır, azla da yetinebilir. Beşeriyet târihinde çoook ender bulunan birkaç örneği saymazsak, kimse bu hastalıktan ârî değildir. İnsanoğlunun bütününde bulunan bir özelliğin fertlerde olmadığı söylenemez. Dolayısı ile bizlerden biri olan siyâset adamının da torbasında bulunan azık, bizimkinden farklı olacak değil ya!
Cenâb-ı Hakk’ın bu kulları, aramızdan yetişen, aynı halleri yaşayan, aynı tavra sâhip olan biri olarak bir yol bulup seçilmiş, yüce makàmlara atanmış, sandıklarda oylanmış, envâ-i çeşit “alicengiz” oyunları oynanmış olarak karşımıza çıkarlar. Bol keseden atarlar. Bol vaad, bol palavra, bol nutuk, bol hamâset, bol jest – mimikle gönlümüzü feth, rûhumuzu mest, aklımızı test ederler. Karşılığında bol rey, bol alkış, bol ümit, bol duâ alırlar. Onlar koltuğa, biz yokluğa konduk mu; rûhumuz kendine, aklımız başımıza gelir. Gözümüz açılır.
Söyleniriz, sızlanırız, şikâyet ederiz, yazarız, çizeriz; yorulur, bıkar, dişimizi sıkar, işimize bakarız. İlk karşılaştığımızda alkışlamaya, müdâhaneye hazır bekleriz. Onlar ölür, dünyâda değişmez; biz ölür dünyâmızı değişiriz.
Bizden sonra gelecekleri bilemem ama; biz, bizden öncekiler gibi yaşadık: zor değişiriz!