“Biz dünyadan gider olduk” dedirtmeyen iklimlere çatmıştık nicedir. “ Kalanlara selam olsun” da diyemiyorduk üstelik; belki de milletçe alınyazımızdı bu; tam bilemeyiz.
“Havz”ın “tehi”, “gülistan”ın “harab” olması belki de mukadderdi, elbette ki bu sebeptendi.
Mazi ile müstakbel arasındaki köprülerin bazen doğrudan, bazen de “sağ gösterip sol vurmak” nevinden vesilelerle atılması, içtimai hayatımızın çetin mi çetin, olabildiğince müşkil “yokuş”larda tekliyor olması, tecrübeli ve güngörmüş beyinlerin “zonk zonk at”ması, genç nesillerin de “geleceklere” kuşku ile bakması...
“ Rabıta-yı Mevt” diyor Bediüzzaman, İmam-ı Rabbani ise sadece “rabıta”.
“ Biz dünyadan gider olduk” hakikat ve de-facto hali – emr- vakisi-, Yahya Kemal’de aksini şöyle bulur: “ Biz ölüleriyle içiçe yaşayan bir milletiz.” Bu idrakte bulunmayan ve yaşamayan insanlardan ne beklenir “ciddi iş” mânasında?
Milletçe, cemiyetçe, camiaca “ Biz dünyadan gider olduk” diyemeyişimiz değil midir ki “çer çöp” halindeyiz aynı zamanda.
Bu hal, hangi “makus” zamandan başladı sahiden? Elbette ki Kanunnamelerden, Islahat Fermanları’ndan, daha yakını Tanzimat’tan, çok daha yakını “Hürriyet İnkılabı”ndan- 2. Meşrutiyet’ten. İş bu günlere kadar geliverir nihayet.
Yıllar boyu, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “bin yıldan beri”, Necip Fazıl’a göre “Celali ihanetinden beri”, “teraküm” ettirilen meseleler, “ Eski hal muhal; ya yeni hal, ya izmihlal...” bakış açısıyla hem Osmanlı’nın, hem diğer İslam coğrafyalarının, “esas ve umdelere” ters düşmeyecek tanzimlere, tadilata gitmesi zaruriydi; bunu “hakkıyla, temel taşının sağlamlaştırılması” manasında bir tecdid de lazımdı. Ve bu tecdidin de sadece ruhi, sadece itikadi, sadece harsi olarak değil, her sahada saltanatını kurması beklenmeliydi. Ama, ah, keşke... Herşey bahane; her işin başı “İnsan zulmeder, kader adalet eder.” Meselesiydi elbet.
Az önce “ tadilat” mı dedik? Pek çok “kaynak”ta geçen kelimeyi, bugünün yoz anlayışıyla “onarımlar” şeklinde anlamak hamakattan öte cehalet. Kelime “adl” kökünden müştak; en basit ve asli manası “ adalete getirmek”. Istılahi manasının ne olduğu çoklarınca bedihi; “haklıya hakkını vermek.” Yani bir meselenin “haddi ve hakkı” ne ise, o aslyete münasip vaziyete getirmek, ifratkâr anlayışları aslına çevirmek.
İşte bu “tadilat”, çeşitli endişelerin ve evhamların tazyiki ile, “tesirat-ı hariciye” de geniş dış baskıların tesiriyle yapılamadı; eldeki “yaz” mevsiminin muhafazası bir yana, iklimin sonbahardan sonra kışa kaymasına mani olunamadı. Daha doğrusu “etvar”ımızla o fetva verdirilmedi Kader’e. “cemaat üzerinde” olduğu buyurulan (Hadis) “rahmet” celbedilemedi; bazen çok lüzumlu olan, “ehl-i sünnet ve’l-cemaatın ekseriyetinin halis duası” fiilen de yapılamadığı için, Mustafa Armağan’ın dediği “Osmanlı Hinterland’ı” bir küçücük Anadolu’ya hapsedildi.
Asıl sebep her zaman aynı; “Zaaf-ı diyanet.” Yani “rabıta-yı mevt” yapamayan insanların “çer çöp gibi” olması, vücudumuzun “ekseriyet”lerinin bir eme yaramaması. Dün olduğu gibi bugün de devam eden ve bünyemizin ihtilaçlar içinde çırpındıran haleti, meyusiyet ve dünyevileşme – yani ebedi yaşama zannı ve hırsı- “illeti”; topyekun bir “zaaf-ı diyanet” sari marazının – ya da domuz gribinin!- yakamızdan düşmesi için çalışanlara vurulacak damgalar da hazırdı üstelik; “300 kişilik derin dünya devleti” – zındıka komitesi- tarafından. Bir kısmını biliyorsunuz; bazen halife düşmanı, bazen mürteci, bazen şöhret mecnunu, bazen sadaketsiz- dönek, bazen adem-i merkeziyetçi, bazen de “unsuriyetperver.” Listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz.
Tesbit yığınla, denilecekler pek çok, derya geniş, kovamız dar ama... Meselenin bakiyesini zihinlere havale edişin bir sebebi de, “ sözün güzelliği azlığındandır” himmetiyle kendimi bağlı görüşüm. “ Biz dünyadan gider olduk” selamını aleme yayamayışımız değil midir ki iklimler böyle silik ve İstanbul havasına döndü? ( İklimini kastediyoruz elbet.)
Yunus olmaya azimli ve Yunus’ça seslenmeye amade ruhlara selam olsun! “ Ceride-i Seyyare” olan Bediüzzaman’ı da unutmadan. En iyisi toplu selam vermek ama en değerlisi tarihin selam durması, selam çakması.
“Ne olur, hakkınızı helal ediniz.”