Mevlana Hazretlerine ait güzel bir hikâye vardır...
Bir ustanın, biri iki gören şaşı bir çırağı vardır. Fakat çırak kendisinin şaşı olduğunun farkında değildir. Ustası çırağı şaşı olduğuna inandırmak için bir gün çırağı eve yollar ve evdeki su testisini kendisine getirmesini ister. Çırak eve gider, bakar ki, testi bir değil iki tanedir. Acaba usta hangi testiyi istemişti diye kararsız kalır ve eli boş geri döner. Usta; ''evladım'' der, ''sen hangisini istiyorsan onu getir.'' Çırak tekrar eve gider. Ve yine kararsız bir biçimde geri döner. Bunun üzerine usta, ''peki '' der, ''sen onlardan birini kır, diğerini bana getir. Çırak eve gider ve denileni yapıp birisini kırar,, ama oda ne diğeri de kırılınca (!) ...Yine eli boş dönmüştür.
Bizim de içinde yaşadığımız, soluk alıp verdiğimiz bir tek ‘evet’, sadece bir tek ‘dünya’mız var. Öyle ki milyonlarca yıldır dönüp duran, her durakta da yeni yolcularını bindirip ve bir kısım yolcularını da boşaltan bir dünya..
Her gün sadece bir yeni gün yaşıyoruz. Avantajlarla, yeniliklerle, heyecanlarla dolu bir gün…Bir kez ve tek şans olarak dünyaya geldik ve gidiyoruz. Asrın büyük mütefekkirinin dediği o güzel sözler şimdi kulaklarımda çınlıyor...
''Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım; Vücudumun kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısri’nin,
Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bihaber...
Dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de her gün bir taşı düşmekle yıpranıyor... ve dünya ile beni kuvvetle bağlayan ümidlerim, emellerim kopmaya başladılar.'' (Bediüzzaman Said Nursi, Yirmi altıncı Lema , üçüncü rica)
Gidiyoruz...Ne kadar bağırıp feryat etsek de nafile bizi burada durduramazlar. Öyleyse her defasında eli boş geri dönen şaşı çırağın durumuna düşmek de istemiyorsak, dünyaya, insanlara, hayata, yaşadığımız acı ve tatlı olaylara, hastalık ve sağlık durumlarına, vücudumuza, ailemize, çevremize, yakın ve uzaklarımıza güzel bir bakış açısıyla bakalım. Güzel görelim, güzel düşünmek için...
Ömür bir sermayedir. Ve sahip olduğumuz vücut senin değildir, Satın almamış, kendin imal etmemişsin... Demek mülk başkasınındır. Tasarruf da O’na aittir. Onun için ne hastalığın, ne musibetin, ne de ölümün önüne geçmek mümkün değildir...
Gönül testimizde biriktirdiğimiz ömür sermayemiz bize bir kez verilmiştir. Kimileri ömürleri boyunca bu testiyi sevgiyle, muhabbetle, Rıza-i ilâhi’yi memnun edecek amellerle doldurur... Kimisi çörle çöple…
Ama bizim testimiz, şaşı çırağın kırdığı su testisine benzemez. Onun kırılması ile kabir kapısına adımımızı atmış oluruz...
İşte hal böyle olunca, arada hiç olmazsa yılda bir defa, beş on günlük kamplarla ruhumuzun kulluk sınırlarını genişletmeli, ona hiç tatmadığı manevi lezzetleri tattırmalıyız.
İşte bu sırdan dolayıdır ki sessiz ve ıssız Hira'lar cennet bahçelerini kıskandırmış, insan sesine hasret barla dağları, sevgiliyle buluşulan, bin renkli çiçeklere sahip nazenin bir bahçe haline gelmiştir.
Bizlerde içini göz yaşlarıyla doldurduğumuz ömür testimizi elimizde şefaatçi yaparak, bütün bir ömür onun tokmağını çalıp sadece O’nun kulu olduğumuzu teyit etmeliyiz.
Bu şekilde inşaallah ruhumuz da kamburlarını atacak, helvadan olmasa da kendi oluşturduğumuz putçukları, İbrahimvari devirecek, sonra bunların önünde tapınmaktan iki büklüm olmuş belini doğrultacak ve heybetlenecektir. Çünkü ruhumuzun dimdik durmaya bedenimizden daha çok ihtiyacı vardır...