Doksanlı yıllardı… Uzun yol seyahatleri oldukça fazlaydı. Otobüs veya arabayla bir memleketten diğerine saatlerce yol giderdik. Bu seyahatler ya bayramdan bayrama, ya da sene de bir defa yaz tatilinde olurdu. Şimdiki gibi uçakla seyahat etmek büyük bir lüks sayılırdı.
Araba seyahatleri sırasındaysa, yanımızda termos ve çayımız, torpido gözünde Cevşen ve ufak bir Risalemiz, ayak ucumuzda yol kenarından alınmış yörelere ait meyve poşetleri olurdu. Annem, meyveleri soyup herkese pay ederken, babam da bir ilahi, bir ezgi bazen de bir marş tuttururdu. “Haydi çocuklar beraber söyleyelim” diyerek bizi de teşvik ederdi. Böylelikle birçok ilahiyi, marşı ve ezgiyi ezberlemiştim.
Bunlar içinde en çok hatırladığım, herkesin de iyi bildiği bir marş olan “Annem beni yetiştirdi” marşıydı. Hani dizeleri şöyleydi:
“Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı.”
“Teslim etti Risâleyi, Allah'a ısmarladı.”
“Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana,”
“Sütüm sana helâl etmem, çalışmassan Kur'ana.”
Yazdığımız Risâledir, okuyoruz Kur'an'ı,
Biz nurların yardımıyla hıfzederiz îmanı.
Medrese-i Nûriyedir Sav ve Barla, Eflani;
Şakirtlere müzahirdir Abdülkâdir Geylanî.
Mübarekler heyetiyle nur ve gül fabrikası,
Kalemleri kılınç gibi, zamanın hârikası.
Hapishane dedikleri oldu birer medrese,
Genç, ihtiyar, kadın, erkek, koşuyorlar bu derse.
Tamam otuz beş senedir küfürle etti cihad,
Tarih-i İslâmda pek ender görünür bu sebat.
Ey nurcular! Ey nurcular! Ey mübarek kardeşler!
Her an sizden razı olsun Allah ile peygamber.
İnsanı can evinden yakalayan sözleri vardı aslında bu marşın. Ne de güzel sözleri vardı aslında bu marşın. Zaten o sebeple defalarca başa sarıp, bağıra bağıra söylerdik bu ve benzeri marşları, ezgileri…
Radyo dinlemek de o yıllarda çok yaygındı. Gönlümüzdeki mücahid ve mücahideleri şahlandıracak, “İnse başıma bin yumruk, Rabbim Allah diyeceğim”, “Kalksam ve dirilsem, imanımla yücelsem” dizeleriyle yıldığımız yerden bizi ayağa kaldıracak, “Ağlama karanfil” le gözyaşımızı silecek, “Kuşlar”la özgürlüğe olan hasretimizi dile getirecek ezgiler yayınlanırdı sayısı az ama dinleyeni çok olan bu radyolarda. Hasretleri, dini hüzünlerimizi, özgürlük kelepçelerimizi, zulümleri dile getirirdi bu radyolar. “Bir güneş doğacak”, “Bir gün gelir, yürür dağlar şehre yürür”, “Şehit tahtında rabbe gülümser” diye bize ümit aşılardı. Teselli ederdi. Temennilerimizi dile dökerdi. Ve biz hep bu ezgileri dinlerdik. Gönülden, art niyetsiz, katışıksız, safiyane…
Bazen coşardı gönlümüz. Bazı marşları değişik halleriyle söylerdik.
“Kar, bora, fırtına sükün bulacak…”
“Sana siyonistler, sana ateistler selam duracak!”
Hey gidi günler! Demek geliyor içinizden değil mi? Ne Nurculuk coşkusu vardı içimizde. Hizmet aşkı neler söyletirdi bize. Bir de İzmir Marşına benzer bir marş vardı tabi unutulmayan…
“Barlanın dağlarında çiçekler açar,”
“İman nurlarını etrafa saçar”
“Şaşırmış mülhidler çar na çar kaçar”
“Hakkın helal eyle, ey garip ana”
“Canim feda olsun Allah yoluna…”
Peki ya bugün? Elbette ki çok şeyler değişti. Değişmesi de olağan bir durum zaten. Hizmet çeşitlendi, farklı kollar açıldı. Herkes kendince bir şeyler yaptı, yapmaya da devam ediyor. İşte bu noktada birleştirmeye çalıştığım bir düşünceden bahsedeceğim.
Bizler Nur ezgileri, marşları söylerken, farklı ilahi ve ezgiler dinleyip, o tarzda söyleyen sanatçıların konserlerini de hınca hınç doldururken, hem de 28 Şubat’a rağmen, sadece gönlümüzde imansızlığa karşı bir savaş başlatmıştık. Karşımızda düşman olarak sadece imansızları belirlemiştik. Sınırlarımızı çizmiştik yani. Hiçbir Müslüman kardeşimize, hele de aynı hizmet yolunda ilerleyenlere karşı kötü bir söz söylemeye cesaret etmeyecektik.
Gelin görün ki bu gün, beddua almış başını gidiyor. Allah yolunda olduğunu iddia edenler, diğer hizmet mihraklarına, diğer Müslümanlara en kötü şekilde, ya da doğrusu en yaman şekilde beddua edebiliyor. Masum ellere tesbih taneleri bırakıp, bol bol Tebbet suresi okutuyor. Rabbin en büyük din düşmanlarından biri olan Ebu Leheb için indirdiği o ehemmiyetli sureyi, kendi Müslüman kardeşlerine, daha da kötüsü vatanına karşı bir siper olarak kullanabiliyor.
Ey Müslüman kardeşim! Bu yazdıklarımı okuduysan, şu sözüme de kulak vermeni isterim. Taif’te taşlanan, üzerine pislikler saçılan, yollarına dikenler döşenen, ölüm kuyularına atılmak istenen, en yakın akrabaları hunharca şehid edilen ama asla beddua etmeyen bir Peygamberin (asm) ümmetisin. Onun hatırı için dilini temizle de yerine güzel ezgiler söyle derim ben.
Güller kondur dillerine. İncinmişsen de incitme. Yaralıysan eğer bari sen yaralama. Haklıysan hakkını ahirete ertele ya da hakkını Rabbine ayan eyle. İçinde yanan ateşi iman hakikatleriyle sula. Peygamberine yakış, peygamberine yaklaş. Peygamberin gibi davran. Dilini bedduaya tenezzül ettirme. Bak ne kadar güzel ezgiler, ilahiler ve temenni dolu hakikatler var ortada. Onları söyle şimdi. En azından bir türkü tuttur Anadolu’dan. “Bir başkadır benim memleketim” de ve ne güzel vatanın var hatırla. Güzel gör, güzel düşün, güzel söyle…