Dün gece (28/10/2020) "MEVLİD KANDİLİ"; "âlemlere rahmet" olarak gönderilmiş "Son peygamber", "En büyük peygamber" ve "Ümmeti olduğumuz peygamber Hz. Muhammed’in (asm) doğum yıl dönümüydü.
Ayın hareketini esas alan Hicrî Takvime göre Rebî-ül Evvel ayının 12. gecesi Peygamberimiz’in (asm) doğum yıl dönümüdür ve her yıl “Mevlid Kandili” olarak kutlanmaktadır.
Peygamberimiz'in (asm) bize öğrettiğiyle, dinî yaşayışımızda Ramazan orucunu, Hac zamanını ve dinî bayramlarımızı dünyadan ayın görünen hareketini esas alan Hicrî takvime göre; günlük namaz vakitlerimizi ise, güneşi esas alan Miladî takvime göre belirliyoruz.
Peygamberimiz (asm), “İki Cihan Serveri”, (Miladî: 571'deki) kamerî aylardan Rebî-ül Evvel ayının Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” (el yevmül’ isneyn) olan 12. gününün sabahı dünyayı şereflendirdi; ayın hareketini esas alan Hicrî takvimle altmış üç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebî-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya (Allah'a) yükseldi.
Pazartesi günlerinin, Peygamberimiz’in (asm) hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği günler olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in (asm) doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi, mübarek ruhunun kabzedilmesi hep Pazartesi günlerinde olmuştur.
Bundaki hikmetin ne olabileceğine -belki de gereksiz yere- merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz.
Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de, belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu -sadece "bir Rebî-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi- yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız", hakikî istikbalimizin ve ebedî hayatımızın bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir..
Çünkü, insanın ömrü birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi iman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.
Bir saatin bize zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur. Böyle bir durumda da, aklını iyi kullanan bir insan geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür; onu israf ederek tüketmekten kaçınmaya, çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeye çalışır. Bunu yapabilmesi için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (asm) Sünnet-i Seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.
Rebî-ül Evvel ayının 12. gecesinin Peygamberimiz’in (asm) doğumunun yıl dönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, ayni zamanda onun (asm) vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?
Bu mühim sualin cevabı belki; onun (asm) cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili olarak verilebilir. Çünkü, Kur’an âyetleri de bize bu hakikati mealen böyle açıkça bildirmektedir:
“Habibim, Biz seni âlemlere başka bir şey için değil, ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)
“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)
Peygamberimiz’in (asm) bu Kur’an âyet mealleriyle de açıkça bildirilen “Rahmet Peygamberliği” sıfatı, sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar, bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.
Bu âyet mealleri de göz önüne alınarak, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın (asm), altmışüç yaşındayken bir Rebî-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil -o tarihten altmış üç yıl önceki bir Rebî-ül Evvel ayının 12. Pazartesi sabahı bedenen doğmuş ve daha sonra -bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da- ruhen halen hayatta, mü'minlerin aralarında ve onlarla alâkadar oluşu, mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almıştır..
Rebî-ül Evvel 12 belki de bu sebeple, onun (asm) sadece "doğum yıl dönümü” olarak hatırlanmakta ve daima da sadece bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır...
Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz:
“Madem ki onun (asm) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızdadır ve bizimle alâkadardır; acaba biz onunla (asm) ve onun Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız? Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde, onun ruhunun bizimle o alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?
Ve en aktüel olarak da, son günlerde Fransa cumhurbaşkanının talimatıyla onu tahkir etmek için devlet dairelerinde ve okul müfredat programlarında yapılanlar karşısında biz ne hissediyoruz ve o konuda ne yapıyoruz?
Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.
Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.