Seksen öncesi Trabzon'da öğrencilik yıllarımız, anarşi dönemi. Gece bölümünde okuyoruz. Zamanımız da bol. Günlük okumalarımız yüz sayfadan eksik değil. Daha çok ilçe derslerine uğruyor ve Trabzon derslerini de kaçırmamaya çalışıyoruz. Bir yandan da kaldığımız dershanenin mesuliyeti sırtımızda. Çok şey bekleniyor bizden. Basın yayını da ayrıca takip ediyoruz.
Lise yıllarından başlayan bir Hekimoğlu İsmail hastalığımız var. Mutlaka onun yazılarını, yeni çıkan kitaplarını elde etmeye gayret ediyoruz. Nurlarda az da olsa derinleşmemizde Erzurum derslerinin ve Hekimoğlu'nun emeği vardır. Hekimoğlu'nun özellikle siyasî meselelerdeki mutedil tavrı tâ lise yıllarında dikkatimi çekerdi. Özellikle 1977 seçimlerinde haftalık bir gazetede, büyük şerden kurtulalım derken, yapılan bazı ifratkâr ve hilaf-i vâki yayınlar için kullandığı "Tamam da müslümanlar arasında kine, düşmanlığa ve tedavisi zor ayrılıklara sebep olacak hücumlar, daha büyük şerdir." tespitini unutamam mesela.
Vakide de öyle oldu gerçekten. Siyasî bazı gruplar veya insanlar bu yüzden yıllarca nurlara mesafeli durdu.Onlara bir şey anlatmak zor oldu. Önümüze çoğu zaman bu meseleyi getirdiler. Sen ne anlatırsan anlat, karşındaki adam seni dinlerken, kendi gözlüğü ile baktı sana, anlattıklarını yoka attı.
Gerçekten gerek şahsî ve içtimaî gerek de hizmet meselelerinde ifrat ve tefritin çok zararlarını kısmen yaşadım ve gördüm. Vasat olmak da her zaman zor. Ortayı tutturmak da az konuşmakla ve konuşurken, kitabî olmakla sağlanabiliyor diye düşünüyorum. Fakat asıl sıkıntılı durumlar ve yanlışlık "Tatbik-i nazariyat ve muktezay-ı hâli düşünmemekten çıkıyor." Araya giren asabiyet kokan alışkanlık, isim ve resme takılmalar da işin cabası.Neyse böyle bir giriş düşünmüyordum. Başlıkla da uyumsuz oldu. Fakat bazen böyle iç dökmeler de oluyor demek ki.
Yine öğrencilik yıllarımız. Trabzon'dan Rize'ye doğru yola çıktık. İlçelere uğrayarak gidiyoruz. Hem de dolmuşlara binerek. Yani hususî arabamız yok. Arsin'de Bahattin Gürsoy abilere uğradık. Sonra Araklı'ya vardık. Araklı'nın bu âcizin üzerinde karşılıklı çok emeğimiz ve hatıralarımız vardır. Bir esnaf arkadaşa uğradık. Beşinci Mektup'tan küçük bir ders okuduk. Orada geçen "Şimdi ise Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle kırk dakikada o hakaika (iman hakikatlerine) çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lakayt kalmak, elbette kâr-ı akıl değildir." cümlesi aklımıza takıldı. Kırk sene, kırk günü anladık da "kırk dakikada bazı iman hakikatlerine çıkmak" nasıl olur, bu biraz abartılı ifade mi acaba, diye aklımdan geçirdim. Oradan ayrıldık diğer, camcılık yapan Muhammed kardeşe uğradık. Baktım o da dükkânın hususî bölümünde birisiyle hararetli konuşuyor. Bizi görünce, çok sevindi ve rahatlamış şekilde "Tam adamı geldi, seni Habib kardeşe teslim ediyoruz." diyerek, arkadaşı cidden bize teslim etti. Dershane de yakın. Arkadaşla daha rahat konuşalım diye dershaneye gittik.
Meğer arkadaş tamamen inkârcıymış ve epey sıkıntıları varmış. Özellikle imanın birinci kapısı tevhid ile alakalı olan sorularını sordu. Biz de Tabiat Risalesi merkezli bir ders yaptık. Hiç unutamıyorum, tam kırkıncı dakikada, "Abi, ben meseleyi anladım, inkârcılık maskaralığından çok şükür kurtuldum." demesin mi? Hemen aklıma az önce aklıma takılan kırk dakika meselesi geldi. Hazır cevabını almış olduk. Sonraki onlarca tecrübelerden anladım ki "kırk dakikada iman hakikatlerine çıkmak" mümkün. Sadece bu, ciddi bir teveccüh ve donanımlı bir takdim istiyor.
Sabahtan başlayan yolculuğumuzda ikindi üzerine kadar konuşunca, çenemiz kapanmış, epeyce de yorulmuştuk. Fakat biz devam ederek, akşama doğru Of'a geçtik. Of'ta o zaman Halk Eğitim'de müdür ve yardımcıları abiler vardı. Onların bize olan teveccühü, yorgunluğumuzu unutturdu. Çok istifadeli bir ders de orada oldu. Artık konuşamaz bir yorgunlukla Rize'ye vardık.
Nurları Rize'de tanıdığımızdan olacak ki Rize bizi hep çekmiştir. İleri derecede irtibatımız da sürüyor. Rize'yi tanımamıza, üniversite şehrinden gelmemiz de eklenince, özellikle lise öğrencilerinin teveccühü daha fazla oluyor. Hâliyle bizim de ders yapmamız gerekiyor. Artık konuşamaz, hatta neredeyse ağzımızı açamaz derecede yorgunuz, desek de ders yapmak zorundaydık.
Şöyle "Şualar" kitabını bir açtım. Üstadın Denizli hapsindeyken talebelerine yazdığı, kısmen ezbere bildiğim mektup çıktı. Bu mektupta üstad talebelerine, Denizli hepsinin bir günlük sıkıntısının Eskişehir hepsinin bir ayına denk geldiğini, bundan şikayetçi olmadığını ve bunu bir dua talebi için yazdığını belirtiyor. Bu işkenceli hapis hayatına üç sebeple sabrediyor, ondan şikayet etmiyor.
Bunlardan birincisi, dehşetle masonların üstada "Artık yeter." dedirtmelerine bahane vermemek ihtiyatı.
İkincisi, yapılan eziyetleri "İşlerin hayırlısı, en zahmetle elde edilendir." düsturu ile karşılaması. Dünyevî sıkıntı ve musibetler, madem sonları ferahlıdır ve geçicidir. Zahmetleri ise, bir nevi ibadet ve manevi nimet sayılır. Bütün bunların ona kazandırdıkları, onlardan şikayet etmemesinin bir sebebi.
Üçüncüsü ise, uğruna ömürler verilen, nefesler tüketilen, terler dökülen bir davanın, parlak bir hakikatin "Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir.' cümlesiyle bildirdiği mahiyette olması. Nasıl bir dava ve nasıl bir mahiyet ama değil mi? Güneşin onun yanında sönük kaldığı, cennete ve ebedi saadete eş güzellikteki bir hakikata, davaya, değil bir ömür, elime geçse binler ömür verilmez mi? Bir de bu tarif için neler yazılmaz ki? Kâinatın Halkını, O'nun Habibini anlatmanın, o uğurda yaşamanın tadını alan koca üstad, bu davayı güneşten parlak görüyor.
Bu dava için, geçmişte olduğu gibi bugün de çok ömürler verildi, veriliyor. Bugün yurtta ve yurtdışında ne kahramanlar "Belki aç karnına taş basar gibi ellerini bağrına bağlamış, yahut gömmüş iki kat" şeklinde bu davaya vakf-i hayat etmişler ve ediyorlar. Destansı hayatlar yaşanmış ve yaşanmaya devam ediyor.
Geçen senelerde, Afrika çöllerinden Trabzon'a gelen bir arkadaş, oradaki şartlar için "Trabzon'un dört yüz sene evvelini düşün." demişti. O şartlarda dershane binası yapmışlar ve bu bina dolup taşıyor. Mesele susuza, su götürmek değil. Cehennem yolculuğunun yönünü cennete çevirmek. Zor olan da bu zaten. İstanbul'da Yemenli bir kardeşin heyecanı ve gayretli hizmetleri, anlattıkları karşısında benim tembellik ve hareketsizliğime hayıflandım.
Evet dostlar, şair "Yazılmamış bir destan gibi duruyor Anadolumuz." diyor ya. Biz de bu parlak ve şirin davanın destanını, üstadının destansı hayatını, talebelerinin çileli yolculuklarını, destansı hayatların yazılmasını bekliyoruz. İş başına.
Selam ve dua ile.