Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Kasas Suresi 43-46. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
43 . Celâlim hakkı için, (önceki asırlarda azgınlık yapan) ilk nesilleri helâk ettikten sonra, insanlar için (hakîkatleri gösteren) deliller ve bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere Mûsâ’ya o Kitâb’ı (Tevrât’ı) verdik; olur ki ibret alırlar.
44 . (Ey Habîbim!) Hâlbuki Mûsâ’ya o emri vahyettiğimiz zaman, (sen, Tûr’un) batı tarafında değildin, (buna) şâhid olanlardan da değildin! (*)
45 . Fakat biz ise, (Mûsâ’dan sonra) nice nesiller yarattık da onların üzerine ömürler uzadı (uzun zamanlar geçti)! Ve (sen, onlar hakkındaki bu) âyetlerimizi (kendilerinden öğrenerek) onlara okumak üzere, Medyen halkı arasında oturan bir kimse değildin; fakat biz (seni peygamber olarak) gönderici (ve sana bu kıssaları anlatıcı)yız.
46 . (Mûsâ’ya) seslendiğimiz zaman da Tûr’un yanında değildin; fakat senden önce kendilerine bir korkutucu gelmemiş olan bir kavmi (Allah’ın azâbı ile) korkutman için Rabbinden bir rahmet olarak (seni onlara gönderdik); olur ki onlar ibret alırlar.
(*) “Kur’ân-ı Hakîm, bil-ittifak (herkesin ittifâkıyla), ümmî (okuma ve yazması olmayan) ve emîn bir Zât’ın lisânıyla, zamân-ı Âdem’den tâ Asr-ı Saâdete kadar, enbiyâların (peygamberlerin) mühim hâlâtını (hâllerini) ve ehemmiyetli vukūâtını (hâdiselerini) öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrât ve İncîl gibi kitabların tasdîki altında gāyet kuvvet ve ciddiyetle ihbâr ediyor (haber veriyor). Kütüb-i sâlifenin (önceki semâvî kitabların) ittifâk ettikleri noktalarda muvâfakat etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne (düzelterek), hakīkat-i vâkıayı faslediyor (açıklıyor).
Demek, Kur’ân’ın nazar-ı gayb-bînîsi (gizlilikleri gören bakışı), o kütüb-i sâlifenin umûmunun fevkinde (üzerinde) ahvâl-i mâziyeyi (geçmiş hâlleri) görüyor ki, ittifâkī mes’elelerde musaddıkāne (doğrulayarak) onları tezkiye ediyor (temize çıkarıyor), ihtilâfî mes’elelerde musahhihâne onlara faysal (hüküm) oluyor.
Hâlbuki, Kur’ân’ın vukūât (meydana gelen hâdiseler) ve ahvâl-i mâziyeye (geçmiş hâllere) dâir ihbârâtı (haber vermesi) aklî bir iş değil ki akıl ile ihbâr edilsin. Belki, semâ‘a mütevakkıf (işitmeye dayalı) nakildir. Nakil ise, kırâet ve kitâbet ehline (okuma ve yazma bilenlere) mahsustur. Dost ve düşmanın ittifâkıyla kırâetsiz, kitâbetsiz, emânetle ma‘ruf (güvenilirliği ile tanınan), ümmîlakabıyla mevsuf (vasıflı) bir Zât’a nüzûl ediyor (iniyor). Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir sûrette ihbâr eder ki, bütün o ahvâli (hâlleri) görür gibi bahseder.” (Zülfikār, 25. Söz, 35)