Bizim ihtiyaçlarımız çoktu hem. Her gün temize çekilmiş bir moda postalanıyordu mimsiz medeniyetten, nurunu topraklarına gömmüş kıtalarımıza.
Her gün yeni bir ihtiyaç ekleniyordu fakirliğimize. Bir tas su, bir kuru ekmekle yetinemezdik, öyleyse biz sizden daha fakirdik.
Biz ne bilirdik, kul olmayı dünya servetine tercih eden Peygamber teslimiyetini.
Ne, açlıktan karnına taş bağlayan bir Resul oluşunu… Ne, bir kuru hasırın üzerinde yattığı için vücudunda hasırın izini gördüğünde üzülen ve dünya liderlerinin sürdüğü saltanatı hatırlatan Hattabınoğluna, “istemez misin ya Ömer, dünya onların ahiret bizim olsun” deyişini…
Ne, ahlak-ı Muhammediden aldığı nasiple Ömer bin Abdülaziz’in “Dağlar üzerine buğday dağıtın, Müslüman bir ülkede aç kuş kaldı denilmesin” emrinin arkasındaki merhameti nerden bilebilirdik.
Ölmek için geldiğimiz dünyaya o kadar bağlandık ki, harap olacağını unutup yaptığımız, döşediğimiz binalar/evler/plazalar/avmlerin içine gömüldük.
İnsanlığımız, Bosna da vuruldu, Filistin’de taşa tutuldu, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da unutuldu. Irak’ta, Afganistan’da…
Şimdi her yerde can çekişiyor. Sizin açlığınızı fark etmemişiz çok mu?
Hep unuttuk, unutturulduk. Öyle istediler biz de seve seve unuttuk. Bu yüzden bizi daha iyi görmek için büyüyen gözlerinize, gözlerimizi yumduk.
Siz bir damla su için yürümeye devam edin, bizim yetişmemiz gereken bir medeniyet-i sefihe var.
Siz ölmeye devam edin, insanlık hızla arkanızdan geliyor.