İnsan, nihayetinde insandır. Ne kadar kendini geliştirirse geliştirsin, insandır. Ne kadar servet edinirse edinsin, insandır. Ne kadar metin ezberlerse ezberlesin, insandır. Ne kadar lisan öğrenirse öğrensin, insandır. Ne kadar zeki olursa olsun, insandır. Ve istisnasız, fasılasız, hep insan olarak kalacaktır.
Bunun idraki, belki bir adım ötesinde bu idraki acz ile kabullenişi, onu hakiki benliğine kavuşturur.
Hakiki benlik? Benlik? Benlik ne demek? Öyle ya, bilinmeyeni bilinmeyenle anlattık, daha bilinmez oldu. Benlik ne olduğumuzun idraki değil mi? Ben diye tarif ettiğimiz alanın dip bucak idraki… Hakikatimizin idraki, anlaşılması…
Yok, yok, idrak kelimesi de karşılamıyor bunu. Bu, apaçık iz’an veyahut daha da ötesi; iman. İnsan önce Allah’a iman eder, ancak aslında bu iki yönlü bir imandır. Kelime-i şahadet söylenen ve söylenmeyen cümleleriyle iki buudlu, iki boyutludur. Allah’ın tek ilah olduğuna iman eden, kendisinin de insan olduğuna iman eder. Fahr-i Kâinatın (a.s.m.) peygamber olduğuna iman eden, kendisini de dinleyici ve tebliğe muhatap olan makamına oturtur. Aksi olduğunda ise, maazallah, insanın kendisini idrakinde de bir sorun oluşmaya başlar. Hatta kendisini “sadece” bir insan olarak görmez. Onu kaldırır. Daha fazlası olduğunu düşünür. Çünkü önünde onun gücüne sınır koyacak başka bir güç yoktur.
Bu düşüncenin nihayetinde vardığı son noktayı, sınırı veyahut haddini bilmez sınırsızlığı Firavun’da, Nemrut’ta görüyoruz. Kur’an bize onlarla ders veriyor siyaset alanında. Sadece onlar mı? Karun’la da zenginlikte… Medyen ahalisiyle ticarette… Semud kavmiyle…
Neyse…
Biz yine ikisine dönelim.
Kendilerini birer ilah olarak topluma kabul ettirmek isteyişleri, aslında kendilerini insandan öte görüşlerinin nihayet noktası değil mi? Belki Nemrut da, Firavun da bu ilahlık hayalini içten içe yıllardır büyütüyorlardı. Sınırlarını arıyorlardı veya sınırsızlık istiyorlardı. Karşılarına bir İbrahim (a.s.) veyahut bir Musa (a.s.) çıkmasaydı bu hayallerini hep kalplerinde saklayacaklardı. Hep umacak ve yapacaklardı. Fakat onlar geldiler, hadlerini bildirdiler. Birden hayalinden hakikate dönmek her hayalpereste acı gelir. Nemrut ve Firavun da kabul edemediler bu durumu ve benliklerindeki sırrı açık ettiler:
“Sizin ilahınız biz değil miyiz?”
Hâlbuki ne Nemrut, ne de Firavun çelikten yapılmamışlardı. Her insan gibi birer insandılar. Etten, kemikten, nefretten, aczden, akıldan, kalpten bir yumak insan. Bir avuç toprak, dağılmaya mecbur. Nemrut’un bir özelliği var mıydı bilmiyorum; ama Firavun’un hayatı boyunca hastalanmadığı anlatılır. Bu yönüyle belki de kendisini başkalarından üstün görmeye başlamıştır, kim bilir?
Hastalık iyidir aslında… İnsana ara ara kim olduğunu hatırlatır. Rabbim devasız dert vermesin, fakat küçükleri şeker, baldır. Neyse… Bizim bu iki rezilin de sapma noktaları aynı nihayetinde: Kendi tariflerini iyi yapamama. Kendi tariflerini düzgün yapamadıkları için de Allah tarifini doğru yapamıyorlar ve en sonunda güm! Birisini bir sinek hallediyor, diğerini kendi inadı… Başkalarını başka şekilde, vesaire, vesaire…
Ah, insan. Bilmiyorsun, eğer ıslah olmazsan cehennemin de senin içinde.
Ne diyorum ben öyle? Cehennem insanın içinde olur mu?
Olur, olur, hem de nasıl olur.
Fıtratına uygun yaşamayan, belki bir yönüyle fıtratına uygun bir anlayışla kendisini anlayamayan insan, aslında kendisine şefkat göstermiyordur. Belki Kur’an’ın da böyle insanları “nefislerine zulmedenler” olarak tarif etmesi bu yüzdendir. Çünkü bu insanlar yaramaz çocuklar gibi her gördüğünü, her işittiğini, heves ettiğini isteyen nefse, bu özgürlüğü tanıyarak ona iyilik etmezler. Aksine; şekerleme ile dolu bir odada yalnız bırakılmış bir çocuk gibi rahatsızlanmak, hastalanmak garantidir. Veyahut ecza dolabındaki her şeyi isteyen bir bebeğe sorgusuz/sorumsuz bir şekilde tüm ilaçları alma hakkı tanınması gibi… Bu bir çocuğa iyilik midir? Heyhat, elbet değildir. Demem o ki; bazen sınırlar çok güzeldir. Özgürlüğe bile tercih edilir.
Burada Bediüzzaman’ın yaptığı bir hürriyet tarifini yâd etmek istiyorum. Bediüzzaman, Şualar isimli eserinde devrin idaresinin verdiği hürriyeti “Görünüşü hürriyet, hakikati istib¬dad-ı mutlak olan bir esaret” veya başka bir yerde “ayn-ı istibdat bir hürriyet” olarak tarif ediyor. Çok anlamlıdır bence. Çünkü böylesine bir hürriyet nefse merhamet değil, bilakis zulümdür. Hem insanların zorla özgürleştirildiği (kapitalizm, komünizm, adına ne derseniz) bir ortamda seçilmiş sınırlandırılmaların da hükmü kalmamaktadır.
İnsanların kendi alanlarında yapmak istedikleri ve yapmak istemedikleriyle tam özgür olduklarını düşünürsek; yapmak istediklerine alabildiğince izin verildiği ve fakat yapmak istemediklerini ise sistemin kabul etmediği bir düzenin parçası olmak yadırganabilir haklı bir şekilde… Ben yadırgarım. Bir şey daha söyleyeyim mi azıcık cüretle: Bence ülke olarak özgürlüğümüzü kazandıktan hemen sonra, yeni bir sınavla baş başa kalmışız ve hâlâ bunun kavgasını veriyoruz toplum olarak: Fert olarak özgürlüğümüzü kazanma! Evet, toplum olarak özgürüz belki, ama fert olarak hâlâ açmazlarda boğuşuyoruz. Devlete fertler olduğumuzu ispat edemiyoruz. Çünkü sistem bizi fert olarak değil, sadece millet olarak görüyor. Öyle kabul ediyor.
Peki, bu özgürlük nasıl kazanılacak?
Öncelikle insanın kendisini idrak ile… Yine Bediüzzaman’ın “Ene Risalesi” isimli eserinde belirttiği gibi, ancak enenin, “ben”in idrakiyle… Bizim anahtarımız kendimizi idrakin ateşten çemberi içinde. İnsanın hakikatini idraki, aynı zamanda âlemi idraki. Tüm tariflerin yerine oturduğu yer orası. İşte “ene” ve zerre…