"Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir." (Nisa sûresi, 79)
"Bizi aldatan bizi kurtarır" diyor Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'da. Katılmamak elde değil. Benim de nicedir düşündüğüm birşeydir kandırılmanın kanmak isteğiyle olan ilgisi. Biz bu fiili iki şekilde kullanıyoruz. Birincisi 'suya kanmak'ta olduğu gibi. Çok ihtiyaç duyduğumuz (ve vuslat için çok da beklediğimiz birşeye) ulaşmanın sonucu olarak. Hem bedenimizin hem ruhumuzun onu elde ediş, ona sahip oluştaki şiddetini vurgulamak için seçtiğimiz bir kullanım bu.
"Suyu kana kana içtim." Normal bir içmek değil bu. Ona olan ihtiyacınızın 'olmasa da olur' seviyesinden 'olmazsa olmaz' noktasına geldiğini ifade ediyor. "Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur." Yahut da şunun gibi: "Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır." Demek cezbe, değil hüsnüne bir iltifat, belki hüsne olan şiddetli ihtiyacın tezahürüdür. Âşık olurken de veren el değilsin yine. Alan elsin. Ancak muhtaç olduğundur sevdiğin. Hakkın naz değil niyaz.
"Ve hem 'Niçin duam kabul olmadı?' diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder."
İkincisi; bir yalana gerçekmiş gibi inanmak anlamına gelen kanmak. Şarkıdaki "Güzel gözlerine, şirin sözlerine kandım!" derken kullandığımız şekli bu. Fakat bu kandırılma aslında bile isteye bir aldanma. Aslında her kandırılma bir kanıştır. İnsan ancak 'inanmak istediği yalanlarla' kandırılabilir. Düşmek istediğimiz tuzakların mağduruyuz. Tıpkı Woolf'un altını çizdiği gibi "Bizi aldatan bizi kurtarır" çünkü. Peki, bizi aldatan neyden kurtarır?
Seni alıp Bediüzzaman'ın İkinci Lem'a isimli eserine götüreceğim. Orada 'günah psikolojisine' dair çok manidar analizlerde bulunuyor mürşidim Hz. Eyyub (a.s.) efendimin kıssasından hareketle. Diyor ki mesela: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." Ve devam ediyor: "O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor." Bu ısırmalı yolculuk nasıl yaşanıyor dersen cevabı da şu üç örnekte gizli:
"Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır."
Yani kurtulmak istiyorsun birşeylerden. Vicdan azabından, aklın tacizinden, kalbin hatırlatmasından, ihtimal hesaplarından, korkularından... Her aldatıcı sendeki bu 'kanmak' arzusundan besleniyor. Burada kanmayı iki türlü de anlayabilirsin. Canın o kadar çok meleklerin yokluğunu, cehennemin inkarını ve Allah'ın adem-i vücudunu istiyor ki, suya âşık olduğun gibi âşık oluyorsun bu ihtimale. Suya kanmak istediğin kadar ona da kanmak istiyorsun. Bu bed kanmak arzunu şeytan koklar koklamaz vehmî emareler taşıyor hayaline. Yani deniz suyu getiriyor önüne susuzluğunu farkedip.
"Dalâlet vehmidir..." diyor Bediüzzaman yine Sözler'de. Vehim ne demek? Olmadığı halde olmuş, oluyor, olacak gibi kabul ettiğin/inandığın şeydir vehim. Tahayyül dairesinde bir vücuttur. Gerçek bir vücut değildir. Ama sen kurtulmak istiyorsun, hem o kadar istiyorsun ki, seni aldatan bile seni kurtarıyor. Şeytana kanıyorsun, günahtaki lezzete kanıyorsun, şüpheye kanıyorsun, fakat en nihayet 'kanmak istediklerine' kanıyorsun.
"O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder."
En nihayet demem o ki: Canını yaksa da doğrudan kaçmamalısın. Yalanla kurtulmaya bakmamalısın. Gerçeğin peşin acılığı yalanın 'ertelenmiş sancısından' yeğdir. Günahın kirli lezzetinden vazgeçmek ve tevbe etmek, onu 'idare edip' bedelinden kurtulacağın bir teolojiye inanmaktan iyidir. Buraya kadar beğendinse iki şeyi daha bu yoldan yürüyerek tefekkür etmeni önereceğim sana. Birincisi, Tevbe sûresinin 37. ayeti: "Ertelemek sadece kâfirlikte ileri gitmektir..." diye başlıyor. İkincisi, bir hadis-i şerif, o da şöyle der: "Ertelemek şeytandandır." Şu soru asılı kalsın isterim zihninde: Takva, belki de, güzel bir menzil için zor bir yola ödenmesi gereken dikkat bedelidir.