Bediüzzaman Said Nursi’nin ezberlerimizde yer eden en popüler ve en parlak cümlelerinden biri şudur: “Bizim düşmanımız, cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı marifet, sanat ve ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” Diğer iki düşmandan sarf-ı nazar, zaruret düşmanı hakkında biraz kafa yormaya ne dersiniz?
Zaruret kavramı, Risale-i Nur okuyucuları tarafından daha çok “Fakirlik” manasıyla biliniyor. Çünkü epistemolojik anlamı “Şiddetli sıkıntı, ihtiyaç”tır. Izdırar mastarından türemiş bir isimdir zaruret.
Zaruret kelimesi İslam fıkhında (hukukunda) önemli bir yere sahiptir. O da “dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten durum demektir” (İslam Ansiklopedisi, Zaruret maddesi).
İslam hukukuna dayanan Mecelle’nin 21. Maddesi de şöyleydi: “Zaruretler haram olan şeyleri mübah kılar.” Buna fıkıh usulünde “ruhsat” denmektedir. Ruhsat, özür nedeniyle ikinci olarak meşru kılınan şeydir. Yani haramlık devam etmekle birlikte mübah olan şeydir (İslam Ansiklopedisi, Zaruret maddesi). Ruhsat asıl hüküm değildir, geçici bir durumdur.
Ruhsat kavramının, yani “zaruret”in tersi ise “Azimettir.” Azimet asıldır. Her bir mü’mini, yapması gereken mükellefiyetliklerden ayrı ayrı sorumlu kılar. Yani farz-ı ayndır. Ruhsat ise ona ihtiyaç duyan kişiyi ilgilendirir. Ruhsat, hukuki olarak adalet-i izafiye iken, azimet adalet-i mahzadır.
Üstad Bediüzzaman Nurun mesleğini “azimet” olarak ilan eder ve diğer konularda olduğu gibi burada da “azimet” mesleğini doğrudan Hazret-i Ali’ye (ra) dayandırır:
“Risâle-i Nur, gerçi umûma teşmil sûretiyle değil, fakat her halde hakîkat-i İslamiyenin içinde cereyan edip gelen esas velayet ve esas takva ve esas azîmet ve esasat-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle, hadisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez (Kastamonu Lahikası, s. 48-49.).
“…Sahabelerin bir kısmı, o harplerde, adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer iyeyi düşünüp tabi olarak, Hazret-i Ali nin (r.a.) takip ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer iye ile beraber zahidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terk edip, muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hatta İmam-ı Ali nin (r.a.) kardeşi Ukayl ve "Habrü l-Ümme" ünvanını alan Abdullah ibni Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından…” (E.L.180)
Bediüzzaman hem tarihsel yorumunda, hem hukuki bağlamında ve hem de Risale-i Nur ile önümüzü aydınlattığı 20. yüzyılın başından itibaren de zarurete karşı çıkmıştır ve onu düşman ilan etmiştir. Cumhuriyetten önce de bu kavramı “fakirlik” olarak ele aldığı gibi, ahir zaman din ve ahlak bozguncusunun (Deccal) israfatı teşvik ederek insanları dünyaya bağlama usulü olarak ruhsat içinde yaşamaya mahkum etmesine karşılık, Bediüzzaman İktisad Risalesiyle azimetle yaşamanın metotlarını öğretmiştir. Çünkü israfla yaşayan deccalin tuzağına düşer.
Zaruret kavramının arkasına saklanarak masum ehl-i imanı ve özellikle avamı sol ayağıyla bankalara sokanların, faizi zaruret var diyerek yedirenlerin, ehl-i dünya ile aralarındaki derin dereyi doldurup onlar gibi olacaklarını sananların yanılgılarına mukabil, Bediüzzaman böyle zarureti düşman ilan etmektedir.
Günümüzde etki ve yetki dairemize girmeyen siyasi ve içtimai olaylarla uğraşıp kendi azimetimiz, görevimiz, farz-ı aynımız olan hizmet-i kudsiye ile iştigal etmeyenlerin, asıl mesleğine sarılmayanların vay haline! “Meyvenin Dördüncü Meselesi” ni sıkça okuma tavsiyesinin hikmeti de azimeti hatırlamaktır. En az her on beş günde mutlaka okunması gereken İhlas Risalesi de azimet mesleğinin bir gereğidir. Kısacası, Nurun azimet mesleği İhlas Risalesindeki düsturlardır.
Zaruretler kendi ellerimizle etrafımıza ördüğümüz demir parmaklıklardır. Kendimizi içine hapsettiğimiz kodestir. Ellerimizle, kendi ellerimize kelepçe vurarak demir parmaklıklarımızı pencerelerimize yerleştirdiğimiz bahaneler ve mahanelerdir. Sonra da “ne yapalım, mazeretimiz var, hal bunu icap ettiriyor!” diyerek felakete sürüklendiğimizin resmidir bu. Tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarında ve dikta ve zulüm dönemlerinde “ne yapalım, biz bu makamlarda olmayalım da dinsizler mi gelsin” diyerek din düşmanlarının yapmak istedikleri tahribatı ulema-us-su eliyle yaptığı gibi yapmayalım.
Bizim düşmanımız mazerettir.
Mazeret kelimesi de zaruretten türemiş bir kelimedir. Her mazeret hizmette gösterdiğimiz tembellik elbisesi, hizmetten kaçtığımız firar çarığı ve hizmette gösterdiğimiz havalecilik mektubudur. Mazeretlerin mazereti olamaz. Mazeret hiçbir zaman azimetin bir cüzi bile olamaz. Nurun mesleği azimet olduğuna göre, hizmette mazerete yer olamaz. Onun için Nurun mesleğinin direkleri fedakarlık, cefakarlık, gayret, himmet ve hamiyettir. İşte sahabe mesleği de bu değil mi?
Toparlayalım;
“Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz” manasını cuş-u huruşa getiren altı sebepten biri olan zaruret, ihtiyaçlarımızın şiddetiyle bizi daha çok çalışmaya, bireysel sorumluluklarımızı yerine getirmeye, azimete, gayrete, fedakârlığa itmektedir. Hizmet mahallimizdeki çöpleri boşaltmak, ortamı temiz tutmak nasıl bir azimetse, hizmetin en küçük bir ihtiyacına fiilen veya dua ile koşmak da bir azimettir. Hizmetin en ufak bir faaliyetini yapmak bir azimettir. “Hizmete koşacak kimse var mı?” sorusuna, etrafına bakmadan “Varım!” diye cevap veren o diller var ya, işte yarın mahşerde en güzel diller o güzel insanların dilleri olacaktır!
Bizim düşmanımız zarurettir, mazerettir, tembelliktir, nefsimize düşkünlüktür, ruhsattır vesselam! Selam, Hüda’ya, ihlasa, azimete, meşverete, fedakârlığa, zahmete, meşakkate, sabra tabi olanlara; levm ve itab ise nefsine, ruhsata, bireyselliğe, bencilliğe, mazeretlere, rahatlığa, tembelliğe tabi olanlara olsun!