Hazreti Ali (k.v) bir mü’mini şöyle tarif eder;
“Mü’min kişinin sevimli ve güleç bir yüzü, hüzünlü bir kalbi, şefkat ve yücelik dolu geniş bir göğsü her şeyden alçak (mütevazı) bir kalbi vardır. O, yüksek rütbelerden nefret eder ve şöhrete düşmandır. Hüznü uzun, cesareti derindir. Sükûtu çok, vakti yoktur. Çok şükreder, çok sabreder. Kendisi ve milleti için yapması gerekli şeyleri düşünmeye dalmıştır. Muhtaçları görünce, kendi ihtiyacını unutur. Güzel huyludur. Hoş ve taş gibi serttir; ama alçak gönüllük açısından hiçbir kula kıyaslanmayacak kadar mütevazıdır, alçak gönüllüdür.”
Fert ve ümmet olarak bu aynada kendimize bakmamız ve noksanlarımızı telafi etmeye çalışmamızın bizi madden ve manen kurtuluşa götüreceği şüphe götürmez bir gerçeklik.
İlk ihtiyacımız şefkat derinliğinde gösterilen tebessüm, bir yandan da uzun hüzün hissetmek; kendi kusurları, günahları için, ümmetin maddi ve manevi sıkıntıları için hüzün… Bireysellik, kendi merkezcilik, hız ve haz azmanlığı değil!
Makam ve şöhret emmare nefsin iki hastalığı; bu hastalıklardan tedavi olmadıkça ne kendi rahat eder ne de milleti! Şimdiki halimize baktığımızda çok konuştuğumuzu, konuştuklarımızı yapmadığımızı görürüz; sükûtsuzluğumuz da ondan olsa gerek!
Fesahat, belagat çok, ihlâsla amel az! Neye çare; neye çare oldu, oluyor?
Gıpta edilecek iki hal sabra ve şükre ne kadar yakınız? İkisi de iman derinliğini gösteren bir hal; toplum gerçekliği bu gıpta halin uzağında olduğumuzu, bütün bütün de kopuk olmadığımızı gösteriyor.
Muhtaçları görünce kendi ihtiyacını unutan olsaydık bankaların bir işlerliği olur muydu? Oysaki iktisat, tevekkül ve kanaat zenginliği herkese, hepimize yetecek bir zenginlik; kalın gafletimiz bu yakın zenginliği göstermiyor!
Huy güzelliği ihtiyacımız olan başka bir güzellik; hoş olmak evet, adil olunması gerektiğinde de taş gibi sert olmak; bu denge hali bulmak ve onda tutunmak; yürümemiz gerek müstakim sırat.
Kibir insanı yüceltmez küçültür; tevazu insanı yüceltir. O yüceliğe erişmeyen hikmete erişemez, başkasına da eriştiremez. Net insan gerçekliği; Mü’minane tavır.
O tavır noksanlığından ne sözümüz ne yaptıklarımız ötekine tesir ediyor; aradaki duvar yükseliyor sadece.
İlk adım tebessümle başlamalı son adım tevazu; gerçekte bunun ilki sonu yok; hepsi birbiri ile irtibatlı. İyisi bir yerlerden başlayıp gönlün önündeki nefis perdesini aralamak, sonrasında kaldırmak!
Nefsiyle mücadele ve mücahede içinde olan Mü’minin boş vakti olur mu?