Günümüz dünyasında gürültü gittikçe artıyor. Arabaların hoparlörlerinden, etrafa saçılan müzik seslerinden tut, diskoların şamata müziklerine kadar birçok yerde 80 desibelin üstünde gürültü kirliliği mevcut. Acaba bu şamata müzikler, metalik müzikler ve ardından histerik kahkahalar, vur patlasın, çal oynasın eğlenceler, insanın ruh dünyasını tatmin ediyor mu? Yoksa bütün bunlar, insanın iç dünyasındaki boşluktan kaynaklanan ruhsal açlığı tatmin etmeye çalışan bir “bastırma” ameliyesi mi?
Cenab-ı Hak, kalplerin ancak Allah’ın zikriyle tatmin olacağını buyuruyor. Bunu söyleyen işin ustası. Yani bu vücut makinesini icat eden ve bu makinenin çalışmasını sağlayan ruh denen sırrı ona monte eden Zat’tır. Hiç yapan bilmez mi? Kim bu ruhu icat ettiyse, o ruhun ne ile tatmin olacağını da O bilir. O halde, ruhu tatmin eden bu şamata müzikleri değil, bilakis Allah’ı düşünmek, O’nu anmak, O’nu zikretmektir. Elbette müziğe de ihtiyaç vardır. Ancak bu müzik O’nu unutturan ve ruhun Allah’ı anma ihtiyacını bastıran türden müzik olmamalıdır. Müzik de O’ndan haber vermeli ve O’nun ayrılığından şikâyet etmeli, tıpkı şairin dediği gibi,
“Dinle bu ney, neler hikâyet ediyor,
Ayrılıklardan, şikâyet ediyor.”
O’nu hatırlatan her şey, meşrudur, O’ndan uzaklaştıran her şey ise gayrimeşrudur. O’nun rızası esastır. Gerisi teferruattır. Bediüzzaman’ın dediği gibi, O’nu razı ettikten sonra bütün dünya aleyhte olsa ne yazar? O’nunla irtibatsız gönüller, kendilerini boşlukta hisseder. Dipsiz bir kuyuya düşer gibidirler. Yokluğa kanat atmış uçar gibidirler ve bu haletin dehşetinden çığlıklar atarlar. Amaçsız, hedefsiz ve dengesiz yığınların çığlıkları, histerik kahkahaları ve birbirlerine dayanmaları hep ruhtaki boşluğun terennümleridir.
Bir dostum anlatmıştı. Ona da başka biri anlatmış. O başka biri şöyle diyormuş. “Baksana, diskolara, kahvehanelere, eğlence yerlerine neşe yüklüler, coşkulu coşkulu eğleniyor ve gülücükler savuruyorlar. Bir de ibadethanelere bak. Ölü toprağı serpilmiş gibiler. İnsanların yüzleri gülmüyor. Neşeli tavırlar sergilemiyorlar. Demek ki, hayattan zevk almak için eğlence yerlerine gitmek lâzım.” Heyhat. Demek ki, senin kafan bu kadar basıyor. Oysa, iç dünyaları tatmin olmuş insanlar, Rableriyle mülâkatta bulunuyorlar. Onunla serd-i kelâm ediyorlar. Namaz, mü’minin miracı olduğundan, bir nevi miraca yükseliyorlar. Allah’la irtibat halindeler. O’nun huzurunda edepsizce kahkahalar atılır mı? Rast gele gülünür mü? Hem bunlara hiç ihtiyaçları yok ki? Zira ruh dünyaları tarifsiz bir zevk alıyorlar.
Ruh boşluğu içinde olanların bu haleti anlamaları mümkün değildir. Bu hal, anlatılmaz, yaşanır. Yaşayamayanlar onun künhüne nasıl vakıf olabilirler ki? O haletten nasıl zevk alabilirler ki? Bu türler, kendilerini bir teste tâbi tutsunlar. Acaba bu kadar eğlenceye rağmen, ruhları tatmin oluyor mu? Huzurlu bir hayat sürüyorlar mı? Yürekleri sevgiyle, kardeşlik duygularıyla, karşılıksız iyilik yapma dürtüleriyle dolu mudur? Yoksa, menfaatin olmadığı hiçbir tarakta bezleri bulunmuyor mu? Yani her şeylerini, her planlarını ve uygulamalarını menfaat üzerine mi kurguluyorlar?
Elbette bu soruların muhatapları kendileridir. Bu bağlamda söz sahibi olanlar da kendileridir. Ancak, bütün varını yoğunu Allah yolunda, din yolunda, insanların hizmetine sunan o kadar çok iman sahibi insan var ki, saymakla bitiremeyiz. Bu insanların en büyük amacı Allah’ın rızasını kazanmaktır. Yoksa gündelik menfaatler peşinde koşarak veya sırf menfaatleri karşılığında iyilik yaparak tatmin olmuyorlar. Onların iç dünyalarını tatmin eden tek olgu Allah rızası ve O’nun muhabbetidir.