Bazı meseleler var ki tartışmakta, sağını solunu hatta dibini deşmekte yarar vardır.
Hani derler ya ince eleyip sık dokumak gerekiyor.
Hele bu Bediüzzamanın da özellikle özerinde durduğu bir mesele ise.
Hele bu günlük hayatımızı, sosyal hayatımızı ve de en önemlisi devlet hayatımızı çok ilgilendiren bir konu ise.
Hele bu asırlara hükmeden, millet olarak, asırlarımızı karartan bir mesele ise.
Hele bu Bediüzzamanın;
Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasında verilse idi gene erzân ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz! (münazarat) dediği bir mesele ise
İnsanlık tarihi boyunca belki de tüm kötülüklerin anası ise
Kesinlikle her yönüyle değerlendirilip özerine gitmek gerekiyor.
Aslında sadece gerekiyor değil, istikbal ve istiklali yetimiz için şarttır ve farzdır.
* * *
İsterseniz bu meseleyi toplumsal değil de kişisel bir hayat boyutunda düşünelim.
İsteseniz belgesel niteliğindeki bir film şeridinde yol alalım.
Bütün zamanlara hükmeden bir kameranın yüzyılımızdaki insan manzaralarını içine alarak toplumdan kişilere, kişilerden kendime doğru bir hat çizelim.
Ben ve beni ben yapan değerler manzumesine
Yine benden tüm topluma yansıyan ayna misal bir hayat şeridinde buluşalım:
* * *
Günü birlik bir hayat mekanizmasını belime bağladığımdan beri bazı şeyleri düşünemez olmuştum.
Hele bu günüde bitirdik ya yarına Allah kerim
Zülümat içerisinde boğulmuş dar bir koridordan ta en uçtaki bir ışığa bakıp ha gayret sedalarıyla adım adım meçhulleri yaşayarak, her an bir darbenin geleceği endişesiyle sürüp giden bir hayat seyrinde insanın göreceği rüyalar bile kâbustan öteye geçmez.
Bu noktada aklıma bir şey takılıyor;
Sizce kâbus ile rüya, rüya ile gerçek arasında ki fark nedir?
Peki; görülen korkunç bir kâbusun hayatın ta kendisi olabileceği realitelere ne dersiniz?
Hayat bir akşam güneşi
Batar garipçe garipçe
Günlerin saniyelere gebe olduğu bir hayat boyutunda yaşadınız mı hiç?
Ard arda gelen şimdiler, mazi ve müstakbel, eski ve yeni, fena ve beka gibi manaların yazılışına şahit oldunuz mu hiç?
Var olmak ile yok olmak arasında an be an mekik dokuyup, ruh boyutunda ölüme kardeş bir mekânsızlıkta arzı endam edip, canhıraş çığlıkların, enim iniltilere boğulduğu bir rüya âlemini tasavvur ettiniz mi hiç?
Daha doğrusu yatağınıza uzandığınızda, halı Âleme bakıp yaşanılan ve de yaşatılmak istenen keşmekeşliği düşünerek, uyku ile uyanıklık arasındaki "yakaza"da "foseptik" kokular saçan bir kâbusta boğulacağınızı his edip büyük bir çığlıkla ayağa fırladınız mı hiç?
* * *
Milliyet gazetesinde Hasan Cemalin son iki gündür Böyle devlet olur mu? başlıklı yazısını okuyunca bir ülkede nasıl olurda bu kadar kötü olaylar yaşanır diye düşündüğümde her nedense aklıma kıyametin bir akşamüstü olacağı takılır ve;
"İmkanat dairesinde ve de Türkiye de yaşıyorsak her şey mümkündür." deyip azda olsa sükûnet buluyorum.
Burası öyle bir ülke ki bazen bir haftada en rezil bir haberle sarsılıp en korkunç bir vurdumduymazlıkla sarsılabilirsiniz.
Hasan Cemalin bu iki günlük yazısını okuyunca Yeni Asyanın hazırlamış olduğu Yakın Tarih Ansiklopedisindeki gerçekler doğrultusunda aklıma neler gelmedi ki?
Bir zamanlar kışın ortasında çoluk çocuğun (büyük bir ihtimalle) telef olması için kağnılarla batıya sürgün edilmesi mi gelmedi?
Büyük şair Necip Fazılın "Son Devrin Din Mazlumları" kitabında annesinin karnındayken annesinin yediği bir süngü darbesiyle ayağından yara alan, annesi öldüğü halde hasbelkader ölmeyen kızla yaptığı röportaj mı aklıma gelmedi?
Orgeneral Muhsin Baturun Milliyet gazetesinde hatıralarını yazarken sıra "dersim olayları"na geldiğinde; "bu kısmı insanlığımdan utandığım için yazmayacağım" dediği "Dersim Olayları" mı aklıma gelmedi?
Aslında bazı olaylar var ki fitneye sebep olur endişesiyle söylemekten kaçınıyorduk.
Çünkü yaşanmış bazı korkunç olayların suçunu yükleyeceğimiz herhangi bir merci yoktu.
Çünkü bütün şüpheler direk devlete geliyordu.
Oysa devlet ebeveyn gibidir.
Hiçbir ebeveyn kendi evlatlarını böylesi bir hunharlıkla katl etmezdi.
Nitekim onun içindir ki bu gün Hasan Cemaller Böyle devlet olur mu? diye soruyorlar.
Hâlbuki bu soruyu yüzyıldır her gün sormamız lazımdı.
Bediüzzamanın; yarı insanımızı feda etsek azdır dediği karanlık bir istibdadın ahtapot kollarında her gün bu olaylar yaşanıyordu.
İşin en garibi de neydi biliyor musunuz?
Bunları anlatmaya çalıştığınızda bile işin ucu korkunç yerlere varıyordu.
Yani direk vatan haini olabiliyordun.
Halada o korku mevcut ya
Halada görüp duyduğumuz gerçekleri ancak bir rüya ile anlatabiliyoruz.
İsterseniz gerçekten yaşanmış olayları gördüğüm bir rüyada size de anlatayım
X x x
Ben Hakkâride ya da bilmiyorum doğunun her hangi bir yerinde bir köyde
yaşıyorum.
Ellerim nasırlaşmış belim bükülmüş, 15 nüfuslu bir hanenin reisiymişim.
Kendi kendime düşünüyorum: ben burada olmamalıydım ben başka bir yerde
yaşıyordum. Kim beni buraya getirmiş" diye de hayıflanıyorum.
Ve gece oluyor köye baskın yapılıyor.
İki tane küçük çocuğum ölüyor.
Büyük oğlum dağa kaçıyor. Devlet köyümüzü boşaltıyor şehre iniyoruz.
Köy mayınlarla döşeniyor. Koca şehirde nasıl yaşayacağımın hesabını
yaparken ne ölen çocuklarım nede kaçan oğlum aklıma gelmiyor.
Ben şehrin mezarlığına yakın bir gecekonduda yaşıyorum
Bir senede mezarlık doluyor. Her gün birileri ölüyor.
Bir gün bir araba eve gelip içinde birkaç tane adam (resmi kişilikler) çıkıp ortanca oğlumu çağırıyorlar.
"Geri gelir" diyorlar. Ve bir daha gelmiyor.
Büyük kızım intihar ediyor. Sebebini bana söylemiyorlar.
Artık ağlamaktan ağlayamıyorum.
Artık hayat bir yük olmuş kim için ne için yaşadığımı bilmiyorum.
Aradan kaç yıl geçmiş bilmiyorum. Devlet gelip bizi tekrar köyümüze götürüyor.
Tam eve yerleşmişken küçük kızım mayına basıyor.
Parçalanan vücudu özerime yığılırken gözlerim kararıyor. Nefesim
tutulmuş kas katı kesilmişken: birden kendimi başka bir yerde
buluyorum
Rüya bu ya
Diplomasını yeni almış idealist bir öğretmen olmuşum.
"Doğuya gideceğim"
Babamın tüm ısrarlarına rağmen (babam büyük bir iş adamı) gidiyorum. Doğuya aydınlık
getireceğim. Her şey cehaletten geldiğine göre, en azında çocuklar cahil
kalmasın.
Gittiğimin ilk günü sabah kalkıyorum ki arabamım hiçbir şeyi yerinde
değil. Bir yığınla karşılaşıyorum.
Arabamın plakası batının plakası ya hemen parçalamışlar.
Bir hafta sonra PKK beni dağa kaçırıyor.
Beni öldüreceklerini söylüyorlar.
Tüm medya benden bahsediyormuş.
Neden doğuya geldiğimi soruyorlar.
"cehaleti ortadan kaldırmak için." "Bizim üç düşmanımız var; cehalet,
zaruret, ihtilaf, bunlara karşı, sanat, marifet, ittifakla mücadele etmeliyiz. Ben bunun için geldim. diyorum.
"Doğuyu kurtarmak sana mı kalmış" diyorlar. Daha bir sürü laf konuşuyoruz ki birden bire gözlerim kararıyor.
Sonra kendimi evimde buluyorum. Başucuma bir pusula koymuşlar."Hemen
buradan git yoksa bir dahaki sefer yaşayamazsın"
Artık orda duramazdım. Arabamda yoktu babamın emriyle orda bir araba
satın alıp memleketime gidiyorum.
Bir yere varıyorum. Arabadan inmemle özerime çullanmaları bir oluyor. Linç edecekler beni. Meğer bir şehit askerin defin merasimine denk gelmişim. Plakama bakıp:
"işte buda onlardandır" deyip saldırıyorlar. Tam ölüm darbeleri gelmeye
başlarken; birisi beni dürtüyor. Birden bakıyorum ki yatağımın ortasında bağdaş kurmuş kan ter içinde çığlıklar atıyorum.
Hanıma neden beni daha önce uyandırmadın diyorum.
Meğer tüm gördüklerim birkaç saniye değilmiş.
Bir oh çekip hemen abdest alıp şükür namazını kıldıktan sonra, artık uyumayıp sabaha kadar Türkiyenin halini düşünüyorum
Düşünüyorum
Sonra kalkıp Münazaratı açıyorum;
Açtığım ilk sayfada üstad;
Size müjde getirdim diyor
Sonra meşrutiyeti okuyorum.
Sonra istibdatı okuyorum.
Sonra Ergenekon aklıma takılıyor.
Sonra Hasan Cemalın yazısı
Böyle devlet olur mu?