Devrim, sosyalizm ile özdeşleştirilmiş bir kavram olması hasebiyle muhafazakar kesime itici gelen bir kavram olmakla beraber son zamanlarda yaşadığımız halk hareketleri için başvurulabilecek kavramlardan biridir.
Ursula Le Guin Türkçeye “Müksüzler” diye çevrilen ‘The Dispossessed, Am Ambiguous Utopia’ adlı eserinde “devrimi satın alamazsınız, devrimi yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak” der.
Ortadoğudaki halklar devrimi satın almadılar ve bugün yaptıkları şey de klasik bir devrim değil. Bu halklar, yaşadıkları zulüm, haksızlık, yoksulluk ve yolsuzluk karşısında bir devrim oldular. Bugün bu halkları yok etmeden değişimin önüne set çekmek mümkün değildir.
Karl Marx, Das Capital adlı eserinde doğulu toplumlarda devrimlerin neden gerçekleşmediği inceler. Bu incelemeler neticesinde devrimlerin yokluğunun sebeplerini kendince tespit eder. Buna göre kabaca, doğulu toplumlarda, devrimlerin sınıfsal evrimlerinin oluşmamasından dolayı gerçekleşmediği ve bunda en büyük sebebin din olduğu vurgulanır. Marx’a göre din, toplumları haksızlıklara karşı diğer dünyadaki adaleti ihsas ettirerek bu dünyada karşı duruşun önüne set çektiğinden halkı uyutur. Toplumlar, din yüzünden kendi çıkarlarını savunmazlar. Bundan dolayı da dini toplumların afyonu olarak nitelendirilir.
Ortadoğu’da bugün yaşananlar Marx’ın tezinin ne kadar dayanaklardan yoksun olduğunu ortaya koyuyor. Genelde tüm marksistlerin, özelde Marx’ın gelecek tasavvurları tarihsel planda pek doğru çıkmamıştır.
Doğulu toplumlarda pek ala devrim olagelmiştir.
Bugün yaşanan devrimler halkın uyutulmadığı, dinin sadece menfi hareketlerin önüne set çektiği ve dahilde müspet hareketlere izin verdiğini göstermektedir.
Marx’tan çok sonraları Arnavut asıllı İtalyan düşünür ve siyaset bilimci Antonio Gramsci, devrimleri klasik tanımın dışında yeniden sınıflandırır. Gramsci, Marxtan çok daha ilerici bir noktada durur. Gramsci’nin ‘Hapishane Defterlerine’ göre devrimler iki tür savaş sonucu elde edilebilirler. İlki manevra savaşında ordu, düşman orduya karşı doğrudan saldırıya geçer, var gücüyle saldırır, tüm kaleleri bir anda ele geçirmek için atağa geçer. Bu savaş saldırısı kısa sürelidir. İkincisi ise mevzi savaşıdır. Mevzi savaşında savaş aşama aşama yapılır. Tedrici bir harekat düzenlenir. Cephe kadar cephe gerisindeki yapısal kurumlar da çok önemlidir. Cephe gerisi için tüm mevzileri ele geçirmek ve bunun için her açıdan donanımlı olmak gerekir.
Buna göre manevra savaşında meydana çıkarsın, tüm sarayları ele geçirir ve düşmanı alt üst edersin ve iktidarı devr alırsın. Ama kısa bir süre sonra başka birileri meydana senden daha güçlü çıkıp seni yerinden söküp atabilirler. Dolayısıyla manevra savaşındaki başarılar kalıcı değildir. Kısa sürelidir. Gelip geçer.
Fakat, mevzi savaşında cephe gerisindeki sivil toplum çok önemlidir. Yapısal kurumları önemsemek ve tüm noktalarda mevzi savaşı vermek gerekir. Bu strateji toplumun tüm dinamiklerine nüfüz etmeyi ve toplumu tamamen kendi safına çekerek hareket etmeyi gerektirir.
Gramsci ayrıca, hegemonyayı yeniden tanımlar ama bu tanıma yapısal mekanizmalara vurgu yaparak üniversiteleri, siyasal partileri, işçi sendikalarını ve dini otoriteleri dahil eder. Bunlar sivil toplumdurlar. Gramsci’nin bu sivil toplum vurgusu ve sivil toplumun gücü ve etkisine dönük analizleri bir ölçüde yaşanan süreci daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Gramsci’den yıllar sonra Filistin’den çıkan ve Avrupa’da vicdanın sesi olan Edward Said de bir organik entellektüel diye tanımladığı Gramsci’den çok etkilenmiştir. E.Said’in “Kültür ve Emperyalizm” kitabında “kültürel yaklaşım” büyük bir oranda Gramsci’den esinlenerek oluşturulur.
Edward Said, ortadoğudaki isyan ateşini batı gündemine getiren en önemli düşünürdür. Filistin asıllı bu vicdanın sesi, oryantalizme karşı verdiği müthiş savaşımla orta doğuda halkların kendilerini “özne” olarak algılamalarına ciddi bir katkıda bulunmuştur. E.Said, 1993 yılında başlayan Oslo Barış Süreci’ne karşı çıktıktan sonra Yaser Arafat ile takışmış ve Lübnan sınırında İntifada’da gençler ile beraber attığı taş tam 18 yıl sonra hedefini bulmuştur. O taşları sadece zülmü gelenekselleştirmiş bir zorbaya karşı değil o zorbanın zorbalıkları yanında pasifleşen Ortadoğu Baronlarına da atmıştır.
Edward Said’in taşları yaklaşık 20 yıl sonra hedefini buluyor.
Mısır’da ve Tunus’ta yaşanan olaylarda Gramsci’nin bahsettiği “sınıf ittifakı”na benzer bir biçimde sivil toplum kuruluşlarının ittifakına şahit olduk.
Bu ittifakın bir lideri yoktur. İttifak, Üstad Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta bahsettiği bir kavram olan “ebna-ı maziye” muhalefet üzerine kurulmuştur. Yani geçmişin çocuklarına karşı geleceğin cocukları ittifak etmişlerdir.
Geçmişin çocukları hem akla muhalefet ediyorlar hem de hayata adavet besliyorlar. İşte Libya’da yaşanan hazin olayların bunun bariz bir örneğidir.
Geçmişin çocukları, ekseriyetle kuvveti hakka tercih ederler. Hissiyatı aklın üstünde görürler. Bir zümrenin hukukunu, umumum hukukunun üstünde tutarlar.
Geçmişin çocukları kendi mesleğine ve zümresine karşı taassup içindedirler. Birilerini sevmek yerine birilerine düşmanlık etmeyi tercih ederler. Halkını sevmek yerine bazı düşmanları göstererek halkı kendine mahkum etmeye çalışırlar.
Ama, ebna-i müstakbel ise geleceğe namzettirler. Bunlar hakkı ve hukuku kuvvete tercih ederler. Haklı olanın kuvvetli olduğunu düşünürler.
Aklı tercih ederler. Umumun hukukunu kendi hukuklarının üstünde tutarlar. Çünkü umumun hukukunu gözeterek kendi hukuklarını da koruyacaklarını bilirler.
Bu müstakbel çocuklarının başlattığı ve zafere yaklaşan devrim, siyaset bilimi literatüründe olmayan bir devrimdir.
Bu devrimi “yasemin devrimi” gibi naif bir sıfat ile nitelemek yerine bir tür “Hücre” devrimi şeklinde tanımlamak daha yerinde ve doğru olur. Çünkü hücre türü organizasyon yapılarında liderlik müssesesi olmadığından iktidarı elinde tutanları büyük bir tehlike bekler. Karşısındaki gücü tanımlama şekli yoktur. Bu tarz bir yapılanma doğal bir yapılanma ise çok büyük bir etki doğurmaktadır.
Çünkü her hücre kendi başına hareket eder. Tek bir lider olduğu takdirde o lideri yok ederek organizasyonu bitirmek mümkün olur. Ama binlerce kişinin lider olduğu bir toplulukta lideri yok ederek topluluğun taleplerini bastırmak mümkün olmaz.
Kendi başına düşünen aklını ağasının ya da liderinin cebine koymayıp aklını başına toplayan kimselerin taleplerine karşı konulmaz.
Şüphesiz bu süreç üzerinde dünyanın yeni halinin de büyük etkisi vardır. Artık dünya telekominikasyon alanındaki gelişmelerden sonra eski dünyadan ayrışmıştır. Bu ayrışma her alanda olduğu halkların talepleri üzerinde de önemli etki doğurmuştur. Ama bu etki zamanın ruhundan kaynaklanan bir etkidir.
Eğer toplumların talepleri rasyonel bir zemin üstünde doğru bir biçimde şekillenmez ise zamanın ruhu o toplumlar üzerinde tam manasıyla olumlu olarak inikas etmez.
Bu hücre devriminin rasyonel ve kalıcı bir zemine oturmasını Rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.