Birkaç yıl önce memlekette şahit olduğum bir diyaloğu başlarken ansam belki bir parça meselenin açılmasına yardımcı olacak. Deneyelim: Efendim, bir dost ziyaretindeyiz, iki akraba konuşuyorlar. Ben dinleyiciyim. Konuşanlar neredeyse emsaller. Çocukluğundan beri İstanbul'da yaşayanı diyor ki: "Hayvanları falan satmışsınız?" Diğeri cevap veriyor: "He, başedemedik, sattık." Devam ediyor diğeri: "Nasıl başedemediniz?" Öteki kızgınlıklıkla söyleniyor: "Hanım uğraşmak istemiyor. Ben de yetişemiyorum. Sattık mecburen." İstanbullu gerilimi sezdi. Sever böyle şeyleri. Üzerine gidiyor: "Ne demek uğraşmayı sevmiyor yahu? Öyle rahatlık var mı? Sözünü geçiremiyor musun?" Bu sefer köyde yaşayan dökülüyor: "Şehirli kızlar böyle. Sıkıya gelemiyorlar. Köyde yaşadığına şükrediyoruz." İstanbullu: "Bulamadın mı köyden bir kız?" En nihayet bizimki isyanı patlatıyor: "Köyde kız mı kaldı ki gardaş? Hepsini siz alıyorsunuz. Onlar da şehirde yaşaması kolay diye hemen varıyorlar."
Efendim, bu diyaloğun arkaplanına dair bir-iki şey de ben deyivereyim ki, mesele iyice vuzuha kavuşsun. Sivas'tan İstanbul'a göçenler, eğer delikanlının aklı İstanbul'da çelinmemişse, gelinlerinin memleketten almaya özen gösterirler. Neden? Hem kültürel anlamda aileye daha iyi uyum sağlayacağını düşünürler hem de kırsalda büyüyen kızlar çalışkandırlar, hamarattırlar, evhanımı olmaya yatkındırlar. Bu yüzden anneler oğlanın aklı bulanmadan memleketle irtibatı kurup sağda-solda ideal eş adaylarını yoklarlar. Bu durum kız tarafı için de sevindirici olabilir. Zira bazı ebeveynler de kızlarının şehirde yaşamasının rahat edeceği anlamına geldiğini düşünürler. En azından köydeki/kırsaldaki zahmetli işler oralarda yoktur. Diğer yandan bu durum bir tür 'sınıf atlama'dır da. Prestijlidir. Velhasıl İstanbul'a gelin gitmek muteberdir.
Allah mutlu-mesud etsin, hepsi iyidir-hoştur da, memlekette doğup büyüyen erkeklere ne olacağını kimse düşünmez. Köydeki kızların şehirlere birer-ikişer gelin gitmesi köyde yaşayan delikanlıyı şehirden kız almaya mecbur eder. Alabilirse tabii. Köy hayatı zor olduğundan şehirli kızların çoğu zaten başta vetoyu basar. Ya şehre taşınılacaktır yahut da bu iş olmayacaktır. Ha, hep böyledir demeyelim, hasbelkader ikna olanlar da vardır. Fakat onlarda da yukarıdaki durum geçerli olur. Kız böylesi işlere alışık olmadığından ve o yaştan sonra adabte olmak da hiç kolay olmadığından veyahut da bu durum çevresi tarafından bir 'düşüş' olarak değerlendirildiğinden, elini işlere katiyyen değdirmez. Bu durumda erkek de yavaş yavaş tavsamaya başlar. Genelde de bu aile ilerleyen yıllarda tası-tarağı bırakıp şehre taşınır.
Böyle yazdığımda gülünecek belki ama Türkiye'de tarım-hayvancılık konusunda başlayan gerilemenin sebeplerinden birisi de budur. Köylü sınıfı giderek erimektedir. Bu sadece toplumsal bir sınıfın değil bir (ç)alışkanlık sınıfının da yokoluşudur. Ben lise bitene kadar memlekette yaşamama rağmen iddia ederim: Beni köyde bir sene işe koşun bir dahaki seneyi görmem. Bohçamı alır kaçarım. Halbuki hepten de bu işlerden habersiz değilimdir. Bir de şehirde doğup büyüyenlerin halini düşünün. Evden okula yürürken dahi ceptelefonu elinden düşmeyen hanımkıza ineğin memeleri nasıl tutturulacaktır? Süt sağılırken aynı anda yazışılmaz ki.
Peki ben bunu nereye bağlayacağım? Becerebilirsem son zamanlarda üzerine çokça konuştuğumuz İstanbul Sözleşmesi vs. bağlamına çekeceğim. Evet. Öncelikle iktidarda geçen 17 yılın ardından şunu artık kabul etmek gerektiğini düşünüyorum: AK Parti toplumu dönüştürmekte etkisiz kalmıştır. Çünkü zaten böyle bir misyon da gütmemektedir. İmam-Hatipleri çoğaltmak ve okullardaki müfredata bir-iki küçük dokunuş yapmak dışında mevcut hükümetin geniş çaplı bir bilinçlenme/şuurlanma hamlesi yaptığını düşünmüyorum. Ha, süreç boyunca başına gelen işlerden dolayı rahat rahat bunu oturup çalışabildiğini de düşünmüyorum, fakat sonuçlar da ortada. Sokaklardan durumu okuyabiliyoruz. Dönüştüremiyoruz, aksine, dönüşüyoruz.
Birçok sebebe bağlanabilir bu durum ama bunlardan en önemlisi, kanaatimce, iktidarın 'ihya etmek' istediği belirgin bir 'itikad'ın olmayışıdır. "Ne sünniyim ne şiiyim!" tarzı libe-müslim söylemler bir ölçüde siyaseten anlaşılır olsa da sahada bu belirsizliğin inşa edeceği hiçbir gerçeklik yoktur. Gerçekler belirsizlikler üzerine inşa edilmezler. İdeolojik anlamda çerçevelerden yoksun kalış, amaçlanan suya-sabuna dokunmamaksa, muteber olabilir. Fakat suya-sabuna dokunup 'dindar bir nesil' yetiştirecekseniz, bunu, 'neye inanılıp neye inanılmayacağını' alabildiğine flû bırakarak çözemezsiniz. Dindar bir nesil yetiştirmenin öncesi elbette ve mecburen bir itikad hamlesidir ve itikad da belirsizlik kaldırmaz. Konuya dair okumaları olanlar bilirler: İmanından bahsederken bir mü'minin 'inşaallah' demesi bile caiz değildir. "İnşaallah müslümanım!" denilmez. "Elhamdülillah müslümanım!" denilir.
Bunu demekle de "Topluma itikad dayatalım!" zoruna girmiyoruz. Fakat birşeyler de tebliğ edebiliyor olabilmemiz lazım. Eğer AK Parti İstanbul seçimlerinde yaşadığı düşüşü hayra yormuyorsa, ki yorulacak birşey olduğunu sanmıyorum, bunu sadece ekonomik nedenlere bağlamamalıdır. Nihayetinde her yeni nesille birlikte Türkiye'nin sosyolojisi değişiyor ve bu değişim pek müsbet tarafa doğru görünmüyor. İstanbul'da şöyle bir sokakları dolaşınca bunu tayin/tesbit edebilmek mümkün. Oy verme yaşını aşağıya çekmenin de, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'akıldan ziyade hislerini dinlemeye yatkın' gençleri sandığa daha çok taşıdığı ortada. Onların iradeleri sandığa geldiğinde de işlerin akışı değişebiliyor. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan veya bir başka komedyenin hakikat lansesi Tayyib Erdoğan'dan daha etkili olabiliyor.
Üstelik 15 Temmuz'dan sonra iş daha da saçma bir hal aldı. Yargılamalarda yaşanan faciaları bir kenara ayırıyorum, dönüşü de yok onların, 15 Temmuz'dan sonra AK Parti'nin tam olarak hangi ideolojinin arkasında durduğunu tesbit edebilen var mı? İzmir'deki adayı neredeyse meyhaneye gidip "Maşaallah!" çekecek, başka bir yerdeki adayı başka bir halde, kimsenin söylediği diğerini tutmuyor, bin başlı bir dev gibi. Hatta, işin en "Yok artık. Bu kadar da olmaz. Buraya da varmaz!" dediğimiz kısmı, yani Mustafa Kemal hakkında hasbelkader bir eleştiri dile getiren olursa, onu da içeriye alıyorlar artık bu iktidarda. Tamam, hepimiz aynı gemideyiz de, gemi nereye gidiyor arkadaş? Oy kullanmaya başladığından beri AK Parti'den başka bir yere oy vermemiş birisi olarak söylüyorum: Geminin tam olarak nereye gittiğini söyleyebilen var mı?
Şimdi dindarların, bin maşaallah, hep bir ağız İstanbul Sözleşmesi'ne verdiği tepkinin arkasında da bu var. Bakınız, 44'e-54 fark attı Ekrem İmamoğlu. Ankara düştü. Büyükşehirler düştü. Hakkınızda hüsnüzan eden insanların sormak hakkıdır: Bu gemi nereye gidiyor? Evet. Bir kitapta okumuştum da çok hoşuma gitmişti. Yazar şöyle birşey diyordu: Bu ülkede okullar CHP seçmeni yetiştirir. Sonra onlardan gözü açılan olursa başka partilere verir. Şu an okullar hâlâ bu vaziyette. Çünkü cesurca bir meydan okuma yok. Bir karşına alma yok. MEB'in Kemalist endoktrinasyonundan geçmiş gençlerin hasbelkader Erdoğan'ın kaşına-gözüne âşık olup fikir değiştirmesini umuyoruz. Olmuyor böyle birşey. Hatta, işte tepki verilen şeylerden birisi, hükümetin kanatları altında yürüyen çalışmaların da diğer sosyolojiyi besleyen tarafları var: "Batı'da yapıyorlar biz de yapalım!" Yapıyorsun da, sonuçları ne oluyor, buna dair hiç okuma yapıyor musun? Yapanlara kulak veriyor musun? Yusuf Kaplan'ın dikkat çektiği şey de bu biraz. Hâkim söylemin gölgesine sığınan böylesi çalışmaların bildiğimiz dalı kesmekten farkı yok. Ötekinin ocağına odun atmalar bunlar. İnşaallah geç olmadan uyanırız. Tevfik ise Allah'tandır. Köyler iyiden iyiye boşaldı. Bari sandıklar boşalmasın.