Barla, Gelincik Dağına otağını kurmuş, dağ sularının beslediği ağaçları seyrediyordu. Ağaçların her birini bir kitap gibi eline alıyor, okuyor, okuyordu.
“Bir ağaçtan neler olur neler; kereste, tahta, odun, direk, sopa, değnek, beşik, kâğıt, kalem, ağaç çivisi…” diyor; kalemle, kâğıtla, ağaçları okuya okuya yontuyordu.
Yontulan her ağacın içinden ağaç çivisi şeklinde oklar çıkıyordu. Zamanla her ağaç ok şeklini alıyordu.
Barla, gürgen, çam, meşe, küren gibi çeşit çeşit ağaçtan, ama en çok da katran ağacından oklar yapıyordu. Okların her biri ağacına göre ayrı uzunluk ve kalınlıkta, renk ve seste, güç ve kuvvetteydi.
Barla için her okun bambaşka bir anlamı vardı. Her ok onda bambaşka bir ağaç, bambaşka bir dal, bambaşka bir insan, bambaşka bir duygu demekti. Her ok kâh ısıtan bir satır, kâh ışıtan bir mısra idi.Kâh üzerinde göklerin yükseldiği bir sütun, kâh altında kuyuların çoğaldığı bir mezardı.
Oklar isabet ettiği şeyleri ya olduruyor ya da öldürüyordu. Oklar insanı ya gökler gibi çoğaltıyor ya da mezarlar gibi çözüp, ufalıyordu.
Barla bazen okları kendine tutuyor, “olmak” için yaralı yerlerine merhem çalıyordu. Her ok onda bambaşka ağrının, sızının, yaranın, derdin dermanı oluyordu. Bazen de onu bambaşka ağrılara, sızılara, yaralara, dertlere çağırıyordu.
Barla bazen okları dünyaya geriyordu. Gelincik Dağından Kaf Dağının ardına oklar atıyordu. Dünyayı yay gibi geriyordu. Dünya yay gibi geriliyordu. Dünyanın içinde insan yay gibi geriliyordu.
Çünkü modern zamanlarda insan kendine masallardaki kadar uzaktı.
Çünkü insan Kaf Dağının ardında, masal ülkesinde kendini kaybetmiş gibi kendi gerçeğine uzaktı.
Oklar Barla’nın göğsünden Anka kuşları gibi kalkıp Kaf Dağının ardına doğru yol alıyordu. Hayatından memnun Ebrehe kılıklı insanlar Anka kuşlarını Ebabil sanıyor, çanak antenlerin altına sığınıyordu. Çanak antenlerinin olduğu yerde insanı kendine çağıran hiçbir kanal çekmiyordu.
Orada insanlar hiç “dert” çekmiyordu.
Orada insanlar hiç “ağrı” çekmiyordu.
Orada ne yerin, ne de sözün çekim kuvveti vardı.
Orada ne ölümün, ne de ölüleri dirilten sözün çekim kuvveti vardı.
Orada “Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir haber vardır” diyen Sezai’nin gök çekimi kuvveti işlemiyordu.
Oysa Barla’nın sözleri, Sezai’nin şiirleri gibi mızrak mızrak yeryüzüne iniyordu. Söz sağanak sağanak nüzul ediyordu. Söz kiminin başına inme gibi iniyor, o kişide nüzul hastalığına neden oluyordu. Söz kimi insanda felç etkisi oluşturuyordu.
Bazıları “Ne yapsalar boş, biz bildiğimizi okuruz” dese de, Barla yılmıyordu. Her seferinde başka başka oklarla karşılarına çıkıyordu.
Umulur ki bu oklar o göğüslerde aşı tutar da bir dağ doğar göğüslerinden.
Umulur ki insan her ok darbesiyle ağaçlar gibi çoğalır.
Umulur ki insan Kaf Dağının ardında kendi ağacını, kendi dağını, belki kendisini bulur.
Umulur ki insandan bir orman, bir dağ olur kâinat…
Barla bu umutlarla, bir ömür boyu Gelincik Dağında, katran ağacının altında, BarlaDenizine baka baka, Hafız Ali’yi ana ana oklar yapmaya, bunları Kaf Dağına atmaya devam etti.
Ölüm günü geldiğinde dünyaya baktı. Gözleri kırmızıdan yeşile döndü. Aşı tutmuştu. Oklar dağ gibi göğüsleri delip, oradan gümrah ormanlar çıkarmıştı. Yeryüzünün hatırı sayılır kısmı ormana dönmüştü. Böyle giderse kısa bir süre sonra bütün dünyayı orman orman Gelincik Dağları kaplayacaktı.
Barla, Bayram Yüksel’i yamacına çağırdı.
“Bu gün Risale’nin bayramıdır Bayram.” dedi.
“Anlamadım efendim” dedi Bayram.
Barla, kabristandaki deniz manzaralı aşı tutmuş çatal ağacı gösterdi:
“Beni şu aşılı ağacın altına gömün. Umulur ki bir başka dağ doğar oradan.”
Sana da yanımda bir yer ayırdım Bayram.
Gün gelir sen de yanıma yatarsın.
Zübeyir’imi, Tahiri’mi, Bekir Berk’imi, bir de…, bir de… Sungur’umu, şu Barla Kabristanına benzeyen, bir zaman sonra ikinci bir Barla Kabristanı olacak Eyüp Sultan Kabristanına gömün…
Bu gün Sungur’un Bayramıdır Ey Barla’cazım…
Bu gün Sungur’un ölüm günü, bu gün Sungur’un doğum günüdür Ey Barla’cazım…
Bu gün Sungur’un Barla’cazıma vardığı gündür Barla’cazım…