Kastamonu Lahikası 165. ve 166. Mektuplar
Bediüzzaman’ın “aziz, sıddık, mübarek ve fedakâr kardeşleri”nden altı ehemmiyetli mektup gelmiştir. Hepsine ayrı ayrı ve uzun uzun cevap yazmak ister. Ama imkânlar elvermemiştir. Üstad hastadır, yapacak işleri çoktur, beş gün hiç yatamamış, altıncı gün ancak bir buçuk saat kadar yatabilmiştir. Bu nedenle cevapları kısa olmuştur.
1-Risale-i Nur santrali ve Hulûsi, Hakkı, Süleyman’ı temsil eden Sabri kardeşi, öşür hakkında bir soru sormuştur. Cevap sadece iki cümledir. Kısa ve net: “Öşür, şer’î zekâttır. Zekât ise, müstehaklaradır (hak edenleredir).”
2-Gül fabrikası gülistanlarını ve merhum bedevî bülbüllerini konuşturan Hüsrev kardeşine, Risale-i Nur’un, Isparta’yı, âfât-ı semaviye ve arziyeden muhafazasına sebep olduğunu belirtir. Bedevi bülbülleri konuşturmasından dolayı bedevileri kısa sürede konuşturup medeni milletlere muallim yapan Rasullullah Efendimizin varisi olduğuna imaen işaret eder. Yaptıkları hizmetin basit bir şey olmadığını, arz ve semanın da bu işle alakadar olduğunu müjdeler. Risale-i Nur’a muarızlar (karşı gelenler) yüzünden daha yeni olan zelzele hadisesini ve muarız hocanın dolularla başının tokatlanmasını, buna yeni bir hüccet olarak gösterir. Mu’cizât-ı Kur’âniye lâhikasının yazılma işini “isabetli fikirlerine” havale eder. Yazdıkları miktarın da tekmil (tamamlama) işini üstlenerek, yapılan hizmete iştirak etmek ister.
3-Nur fabrikasının sahibi Hâfız Ali kardeşine, “Risale-i Nur’a karşı harika ihlâs, irtibat ve itikadının, inşaallah o Nur’ları o havalide daima parlattıracak” müjdesini verir ve kendisinden övgüyle bahseder. Hafız Ali, o büyük zelzelenin ne gürültüsünü işitmiş, ne de hissetmiştir. Bediüzzaman bunun Risale-i Nur’un bir nevi inâyetkârâne (Allah’ın yardımıyla) bir kerameti olduğunu, Allah’ın bazı haslara bildirmediğini, korkutmadığını söyler.
4-“Bizi ve Kastamonu şakirtlerini kıyamete kadar minnettar eden ve müstesna kalemiyle Risale-i Nur’un hemen umumunu bu havaliye yetiştiren ve evlât, peder, vâlide ve refikasıyla (hanımıyla) Risale-i Nur’a hizmet eden kahraman Tâhirî kardeşi”ne, “Cenâb-ı Hak, hem hanenizdeki hemşireme, hem bana şifa ihsan eylesin. Hastalığıma ait bir parça size geliyor.” der. Peder ve validesine tarafından Tâhirî gibi kahraman bir şakirdi Risale-i Nur’a yetiştirdikleri ve o vasıtayla amel defterlerine daima sevap yazdıran bir şakirdi bize kardeş olarak verdikleri için hususî dualarına dâhil oldukları mesajını verir ve onları da şefkat dairesine alır.
5-Mücahidlerin üstadı ve efelerin hakikî bir nâsihi (nasihatçisi) ve Risale-i Nur’un hâlis muhlis bir şakirdi (talebesi) olan Hasan Âtıf kardeşinin, “Uzun ve tesirli ve ehemmiyetli mektubun içindeki edîbâne, gayet ince hissiyatın ve sana mahsus lâtif tâbiratı hoşuna gider. Mübtedilerin (yeni şeyler icad edenlerin), hodfuruşların (kendini beğenenlerin) ve mülhidlerin (bozuk fikirlilerin) ilişmelerinden dolayı duyduğu üzüntüye ortak olur. Risale-i Nur mesleğinin vazifesinin sadece tebliğ olduğunu, insanlara kabul ettirmek gibi bir vazifesinin olmadığını, o vazifenin Cenâb-ı Hakkın vazifesi olduğunu, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışılmaması gerektiğini hatırlatır ve üzülmemesini söyler. Kuru kalabalığa ehemmiyet vermemesini, o havalide bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibi olduğunu, merak etmemesi, hem mümkün olduğu kadar hariçten gelen küçük ilişmelere ehemmiyet vermemesi gerektiğini, fakat yine de ihtiyatlı davranmasını, bu atâlet (tembellik) mevsiminde, gaflet zamanında ve derd-i maişet iptilâsı (geçim derdi) zamanında cüz’î bir meşguliyetin ehemmiyetli olduğunu tenbihler, mağlûbiyet olmadığını, Risale-i Nur’un her tarafta galibâne fütuhatı olduğunu müjdeler.
6-Eski dost ve kardeş ve Risale-i Nur’un o zamanda ciddî bir talebesi ve Isparta hayatında kendisine hüsn-ü hizmetle samimî bir arkadaş ve himmeti uzun, eli kısa, aziz kardeşi Mehmed Celâl’i, o zamandan beri unutmaz. “Çok zaman Risale-i Nur dairesinde kalemiyle çalışanlar içinde isminle hissedarsın” der. Derd-i maişetin bir derece kayıt altına almış olduğunu bilir. Ondan ümidini kesmez. Onun o yüksek istidadını ve ulüvv-u himmetini (yüksek gayretini) tekrar Risale-i Nur’da kullanmasını arzular. Mübarek babasına ve hane halkına bilmukabele selâm etmeyi de ihmal etmez.
Risale-i Nur’a bahsi giren ve Bediüzzaman’ın hatırından silinmeyen Mehmed Seyrani Hayyat’ın da maişet derdine düşmüş olmasından dolayı hizmetlere ara vermiş olduğunu bilir, selam söyler ve eskisi gibi Hüsrev’in arkasında koşup çalışmasını ister.
7-Risale-i Nur’un mühim bir erkânı olan Halil İbrahim’in on dört yaşındaki evlâd-ı mânevîsi, mektubunda çocukça değil de gayet müdakkikâne (dikkatli araştıran) büyük bir âlim gibi konuşması Üstadı çok sevindirir, mâşâallah, bârekâllah dedirir. Risale-i Nur dairesindeki mâsum şakirtlerin dairesinde inşaallah ehemmiyetli mevkii alacak ve o küçük şahsiyette parlak, büyük bir şakirt ruhu göründüğüne işaret eder.
Bediüzzaman görüldüğü üzere hiç kimsenin emeğini göz ardı etmez. Her zaman onları takdir ve teşvik eder, minnettarlığını eksik etmez.
8-Bediüzzaman, hastalık münasebetiyle talebelerinin dualarına ve geçen Ramazan’da olduğu gibi mânen yardımlarına vesile olmak için noksan kalmış bir fıkrayı yazar. “Hem nazar, hem ervah-ı gayr-i Tayyibe (kötü ruhlular) cihetinden başıma gelen bu musibet, rahmet-i İlâhiyeyle on adetten bire indi, dokuzu nimet oldu. Bâki kalan birisinin de, dokuz menfaati oldu” der ve menfaatleri sıralar.
Hastalık normalde insanları üzüntüye sevk eder. Bediüzzaman öyle bir şeye izin vermez. Her şeyin daima iyi ve hikmet taraflarına bakar. Hastalığı üzüntü kaynağı olup iki ve daha fazla katına çıkaracak bir azap aleti olmaktan çıkarır, menfaat haline dönüştürür, uygulamalı ve örnek bir bakış açısı verir:
1- Hastalığın her bir saat ibadeti, dokuz saat ibadet hükmüne getirmesidir.
2- On beş hasta risalesini, tam zevkle tashih etmek ve bu hastalık zamanında, hastalara ve muhtaç olanlara çabuk yetiştirmeye sebep olmasıdır.
3- Risale-i Nur’un parlak bir tarzda neşredilmesi, Yeni Said’i dünyayla bir derece alâkadar olma zararından kurtulmaya sebep olmasıdır.
4- Bu mübarek aylarda, hastalıktan gelen ihlâs ve sevap çokluğu cihetiyle azîm bir menfaati olmasıdır. Gündüzde dağ ve bağları gezmekten men ettiği gibi, gece uyku ve gafletten kurtarıp, kemal-i tazarru ve niyazla ihyaya sebep olmasıdır.
5- Fedakâr kardeşlerimin şefkatlerini heyecana getirip, benim hesabıma a’mâl-i uhreviyelerinin bir nevi zekâtını vermek; nâkıs, kusurlu sermayemi, birden ona, belki yüze ve bine çıkarmaya sebep olmasıdır.
6- Hastalara, yirmi beş imanî devâ veren (Hastalar) Risalesinin ilâçlarını nefsimde tatbik ederek ayn-ı hakikat olduğunu tasdik edip, asap ve sinirden gelen ziyade hassasiyetimden kıymetsiz, fâni işleri, lüzumsuz ve endişeli meraktan ve fâidesiz ve zararlı alâkadan bir derece kurtulmaya sebep olmasıdır.
7- Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdinin ehemmiyetli bir hatâsını tamir etmesine sebep olmasıdır.
8- Hüsrev, yazdığı Kur’ân’ı, fotoğrafla tab’ını kabul etmeyerek binler câzibedar Kur’ân’lar kendi hattıyla âlem-i İslâm’da intişarıyla, kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyazı bırakıp, Risale-i Nur dairesindeki sırr-ı ihlâsı muhafaza ve hazz-ı nefisten teberrî etmiş (çekilmiş) olmasıdır.
Bu davranış ve bu hastalık Bediüzzaman’ın ruhunda öyle bir inkılâp yapar ki o da; Risale-i Nur’un parlak fütuhatını müteşekkirâne temâşâ etmek ve sevapdârâne, mücâhidâne bir nevi kumandanlık hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevî zevki, şerefi ve dünyada uhrevî meyvesini gösteren hizmet-i imaniyenin şahsına ait lezzetini ve imtiyazını, o sırr-ı ihlâs için bırakmaya ve kardeşlerine havale etmeye, onların şeref ve zevkleriyle iktifa etmeye nefs-i emmâresi dahi muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevî ve güzel yüzüne gözünü kapamayı, eceli ve mevti ferahla karşılamayı tam kabul etmiş olmasıdır.
9- Çoktan beri hususî bir virdi (zikri) ve hiç kaleme alınmayan ve Nur’un mesleğinin dört esasından en büyük esası olan şükrün en geniş ve en yüksek mertebesini ihata eden ve çok defa maddî ve mânevî hastalıkların bir nevi şifası olan ve İsm-i Âzam ve Besmeleyle dokuz âyât-ı uzmâyı ve on dokuz defa şükür ve hamdi içine alan ve Sekine’deki esmâ-i sittenin (Allah’ın Ferdun, Hayyun, Kayyumun, Hakemun, Adlün, Kuddüsün isimlerinin) muazzam yeni bir dersi olan Tahmidiye’yi izhar etmeye sebep olmasıdır.
Sonuç olarak,
Bediüzzaman kendisi ile mektuplaşan veya mektuplaşmayan ehl-i hizmet aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerini gözünün önüne getirir, hepsini adeta bir sınıftaymış gibi görür. Onları tek tek vasıfları ile tanır, özel hayatlarındaki sıkıntıları bilir, onlarla tek tek ilgilenir, dertlerine ve sevinçlerine ortak olur. Onların sorularına cevap verir ve ihtiyaca göre vermek istediği dersi verir.
Yaz dönemi, tembellik, hastalık ve mübarek üç aylar vaktidir. Hizmetlerin durma noktasına gelme ihtimali var. Bediüzzaman bu mektuplarda üç ayların bereketini, hastalığın faydalı bir şekilde nasıl değerlendirilebileceğini ve bereketini, yaz aylarında az bir hizmetin çok şey olduğunu belirterek teşvik eder, ümit ve hizmete devam mesajı verir. Onların psikolojilerini tamir eder, istikbali göstererek parlak fütuhatları müjdeler.
Kaynak
e-risale.com. Kastamonu Lahikası 165. ve 166. Mektuplar