Bir terzi, sâlihlerden bir zâta;
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: «Allâh Teâlâ, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabûl eder.» (Tirmizî, Deavât, 98) hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl etti.
O zât da sordu:
“–Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?”
“–Terziyim elbise dikerim.”
“–Terzilikte en kolay şey nedir?”
“–Makası tutup kumaşı kesmektir.”
“–Kaç seneden beri bu işi yaparsın?”
“–Otuz seneden beri.”
“–Canın gırtlağına geldiği zaman, kumaş kesebilir misin?”
“–Hayır, kesemem.”
“–Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfâr ve hüsn-i hâtime nasip olmayabilir… Sen hiç: «Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!» (Münâvî, Feyzü’l-kadîr, V, 65) sözünü işitmedin mi?”
Bunun üzerine terzi ihlâsla tevbeye sarıldı ve o da sâlihlerden oldu.
Bu kıssada görüldüğü gibi kulların önünde binbir türlü dünya ve nefsâniyet çukurları vardır ki, bunların en tehlikelisi de samîmî tevbeyi devamlı sonraya bırakmaktır. Oysa tevbeye sarılmak, bütün bir ömrümüzün can simididir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma “en büyük derdin günah derdi, ilâcının da gece karanlığında istiğfâr” olduğunu beyân buyurmuştur.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yayınları, 2013