Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Nisâ Suresi 11-14. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
11 . Allah size çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı kadar (mîras vermenizi) emreder!(1) Artık (çocuklar) ikiden fazla kız iseler, o hâlde (ölenin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Ama (o vâris) bir tek kız ise, bu durumda (mîrâsın) yarısı onundur. Bununla berâber (ölenin) çocuğu varsa, ana-babası için, (o) ikisinden her birine, bıraktığı (mîrâsı)ndan altıda bir düşer. Fakat çocuğu yok da (sâdece) ana-babası ona vâris olursa, artık annesine üçte bir düşer (kalan babasınındır). Fakat kardeşleri varsa, o takdirde ettiği vasiyetten veya borçtan sonra annesine altıda bir düşer.(2) Babalarınız ve oğullarınız; bilmezsiniz ki, onların hangisi fayda bakımından size daha yakındır. (Bütün bunlar) Allah’dan birer farîzadır. Muhakkak ki Allah, Alîm (hakkıylabilen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.
12 . Hem eğer çocukları yoksa, zevcelerinizin bıraktıklarının yarısı sizindir. Fakat çocukları varsa, yapacakları vasiyetten veya borçtan sonra, artık bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bununla birlikte eğer (sizin) çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onların (hanımlarınızın)dır. Fakat çocuğunuz varsa, bu durumda yapacağınız vasiyetten veya borçtan sonra bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Buna rağmen eğer bir erkek veya bir kadına, (kendi) evlâdı ve babası olmadığı hâlde (yakın akrabâsı olarak) vâris olunur da (aynı anneden) bir erkek kardeşi veya bir kız kardeşi bulunursa, o takdirde onlardan her birine altıda bir düşer. Fakat bundan daha çok iseler, o hâlde (vârise) zarar verici olmadan edilen vasiyetten veya borçtan sonra, onlar üçte birde ortaktırlar. (Bütün bu mîras taksim usûlü) Allah’dan birer emirdir! Allah ise, Alîm (hakkıyla bilen)dir, Halîm (azabda hiç acele etmeyen)dir.
13 . Bunlar Allah’ın hudûdudur. Artık kim Allah’a ve Resûlüne itâat ederse, (Allah) onu altlarından nehirler akan Cennetlere koyar; orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Ve işte büyük kurtuluş budur! (3)
14 . Kim de Allah’a ve Resûlüne isyân eder ve O’nun hudûdunu aşarsa, (Allah)onu içinde ebedî olarak kalıcı olduğu bir ateşe koyar ve onun için aşağılayıcı bir azab vardır! (4)
1- “ فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيْنِ [Erkeğe iki kadın hissesi vardır] olan hükm-i Kur’ânî (Kur’ân’ın hükmü) mahz-ı adâlet (tam adâlet) olduğu gibi ayn-ı merhamettir. Evet, adâlettir. Çünki, ekseriyet-i mutlaka i‘tibâriyle (çoğunlukla) bir erkek bir kadın alır. Nafakasını taahhüd eder (üstlenir). Bir kadın ise bir kocaya gider, nafakasını ona yükler. Irsiyetteki (mîrastaki) noksanını telâfî eder. Hem merhamettir. Çünki o zaîfe kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-i Kur’ân’a göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona: ‘Benim servetimin yarısını ellerin ve yabânîlerin ellerine geçmesine sebeb olacak zararlı bir çocuk’ nazarıyla endişe edip bakmaz. (...) Şu hâlde o fıtraten (yaratılışça) nâzik, nâzenin ve hılkaten zaîfe ve nahîfe kız, sûreten (görünüşte) az bir şey kaybeder; fakat ona bedel akāribin (yakınlarının) şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır.” (Mektûbât, 11. Mektûb, 29)
2- “Mim’siz medeniyet, nasıl kız hakkında, hakkından fazla hak verdiğinden böyle bir haksızlığa sebeb oluyor; öyle de, vâlide hakkında, hakkını kesmekle, daha dehşetli haksızlık ediyor. Evet, rahmet-i Rabbâniyenin en hürmetli, en halâvetli (tatlı), en latîf (hoş) ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i vâlide, hakāik-ı kâinât (kâinâtın hakîkatleri) içinde en muhterem, en mükerrem bir hakîkattir. (...) İşte böyle muhterem ve muazzez bir hakîkati taşıyan bir vâlideyi, veledinin malından mahrûm etmek, o muhterem hakîkate karşı ne kadar dehşetli bir haksızlık, ne derece vahşetli bir hürmetsizlik, ne mertebe cinâyetli bir hakāret ve arş-ı rahmeti titreten bir küfrân-ı ni‘met (nankörlük) ve hayât-ı ictimâiye-i beşeriyenin gāyet parlak ve nâfi‘ bir tiryâkına (faydalı birilâcına) bir zehir katmak olduğunu, insâniyet-perverlik (insan sevgisi) iddiâ eden insan canavarları anlamazlarsa, elbette hakîkî insanlar anlar.” (Mektûbât, 11. Mektûb, 29-30)
3- “Evet hiç mümkün müdür ki, insan umum mevcûdât (varlıklar) içinde ehemmiyetli bir vazîfesi, ehemmiyetli bir isti‘dâdı (kābiliyeti) olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnûâtıyla (eserleriyle) kendini tanıttırsa; mukābilinde (karşılığında) insan îmân ile onu tanımazsa, hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukābilinde insan ibâdetle kendini O’na sevdirmese, hem bu kadar bu türlü ni‘metleriyle muhabbet (sevgi) ve rahmetini ona gösterse; mukābilinde insan şükür ve hamdle O’na hürmet etmese, cezâsız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sâhibi Zât-ı zü’l-Celâl bir dâr-ı mücâzât (cezâ yeri) hazırlamasın?
Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahmân-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına mukābil, îmân ile tanımakla ve sevdirmesine mukābil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukābil, şükür ile hürmet etmekle mukābele eden (karşılık veren) mü’minlere bir dâr-ı mükâfâtı (mükâfât yeri), bir saâdet-i ebediyeyi (Cenneti) vermesin?” (Zülfikār, 10. Söz, 18)
4- “ ‘Kur’ân’da sarîhan ve zımnen (açık ve gizli olarak) ve işâreten (işâretle), âhiret ve tevhîdi ve beşerin mükâfât ve mücâzâtını (cezâsını) binler def‘a isbât edip nazara vermenin ve her sûrede, her sahîfede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?’
El-cevab: Dâire-i imkânda (varlıklar âleminde) ve kâinâtın sergüzeştine (başından geçen hâdiselere) âid inkılâblarda (değişikliklerde) ve emânet-i kübrâyı (en büyük emâneti) ve hilâfet-i arzıyeyi (yeryüzünün halîfeliğini) omuzuna alan nev‘-i beşerin (insanlığın) şekāvet (ebedî azâb) ve saâdet-i ebediyeye medâr (sebeb) olan vazîfesine dâir en büyük ve en ehemmiyetli mes’elelerinde en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şübheleri izâle etmek (gidermek) ve gāyet şiddetli inkârları ve inadları kırmak cihetinde, elbette o dehşetli inkılâbları tasdîk ettirmek ve o inkılâbların azametinde büyük ve beşere (insanlığa) en lûzumlu ve en zarûrî mes’eleleri teslîm (kabûl) ettirmek için Kur’ân, binler def‘a değil, belki milyonlar def‘a onlara baktırsa yine israf değil ki milyonlar kere tekrâr ile o bahisler Kur’ân’da okunur, usançvermez, ihtiyaç kesilmez.” (Şuâ‘lar, 11. Şuâ‘, 238-239)