Bundan sonra hangi şaşılası iş gelir başımıza? Hangi sürprizle karşılaşırız ömrümüz boyunca? Hatta ölümden sonra bile? Başımıza gelecekler arasında hiç beklenmedik, hiç umulmadık bir şey var mıdır acep?
Ölüm mü? Hiç sürpriz olmayacak. Zaten her gün beklediğimiz değil miydi? Sabahın akşamında gelir diye hazırlandığımız. Akşamı sabah ettiğimizde belki kapımızı çalar diye korktuğumuz. Hep eşiğinde durduğumuz ölüm niye sürpriz olsun bize?
Ölüm olmadı; kıyameti ister misin sürpriz olarak? Güneşin dürüldüğü, yıldızların döküldüğü, göğün yarıldığı, denizlerin fokurdadığı, dağların yürüdüğü kıyamet ne kadar umulmadık olabilir ki? Doğrusu, görecek olsak, çok şaşırırız, gözlerimiz yuvalarından fırlar, dizlerimizin bağı çözülür... Öyle ki arabamızın anahtarını fırlatırız elimizden, tıpkı dişi devenin yularını salıvermesi gibi çöl insanının.
"Emzirene emzirdiğini unutturup bir kenara bıraktıracak" denli dehşetle irkilirmişiz kıyamet günü.. "Hamileye karnındakini düşürtecek" kadar, "vahşi hayvanlara bile kim av, kim avcı unutturup birbirlerine sokulup sarılacak" kadar şaşırtıcıymış kıyamet. Öyle haber veriyor bize kıyametin habercisi... Ama farkında mısın, yine haberliyiz kıyametten. Onu da bekliyoruz; hiç beklenmedik, hiç umulmadık değil.
O halde, hesap günü müdür sürprizimiz? Herkesin bir araya toplandığı "haşir günü" olabilir mi hiç ummadığımız? Gel gör ki, "hesap günü"ne de hazırlıklıyız. Bir gün hesaba çekileceğimiz günü bile bile başlıyoruz her güne. Bekliyoruz; biliyoruz. Kimsenin kimseye fayda vermediği "o gün", ne kadar şaşırtsa da bizi, hiç de sürpriz olmayacak. Yine haberliyiz. Yine de beklentisi içindeyiz. "Biliyordum bu günü!" diyeceğiz birbirlerimizin gözlerinin içine acıyarak bakarken, dişlerimizi sıkarken, belki ellerimizi ısırırken.
"Ama nasıl olur?" diyebileceğimiz bir gün değil her birimizin mezarında uyanıp ayağa kalktığı "diriliş günü"müz de. Yeniden dirilen tazecik tenimize dokunduğumuzda alışık olduğumuz bir sıcaklık hissedeceğiz. Toprakta çürüdüğü halde, hatıralardan silindiği halde, yeni baştan var edilmiş yüzümüze baktığımızda, bir "tanıdık" göreceğiz. Öteden beri bildiğimiz, ezelden beri tanıdığımız, ne zamandır özlediğimiz, yolunu gözlediğimiz aşina yüzler bulacağız karşımızda. Hayret ki, hayret etmeyeceğiz!
Geriye kaldı cennet ya da cehennem? Cennet mi olacak yoksa sürprizimiz? Hani "altından ırmaklar akan bahçelerimiz" diye hayallerimizde büyüttüğümüz cennet? "Ama bu meyveler bize tanıdık geliyor" diye ağaçlarına ellerimizi uzatacağımız cennetimiz mi hiç umulmadık olacak? Garip ki, cenneti de bekliyoruz. Cennet manzaraları konusunda da az buçuk hazırlıklıyız. Kur'ân'ın tasvirleri kadar içimizin ısındığı, hayallerimizin hazırlandığı "tanıdık" yerimiz, "tanıdıklarımız"la birlikte olduğumuz aşina bahçemiz.. Demek ki cennet de sürpriz değil?
Peki ya cehennem? Uzak tutsun Rabbimiz; onu da daha şimdiden biliyoruz. Yakıcılığını uzaktan da olsa kalbimizde hissediyoruz. Yakıtını "insanlar ve taşlar"dan seçeceğini bile biliyoruz. Pek o kadar bilinmedik, beklenmedik, umulmadık değil!
Öyleyse nedir başımıza gelen en şaşılası iş? Nedir hiç beklenmedik sürprizimiz? Nedir hiç ummadığımız ama elimizde bulduğumuz acayip şey? Nedir özlemeyi bile bilmediğimiz ama artık iyice alışıp vazgeçemediğimiz o beklenmedik armağan? Nedir istemeye bile akıl erdiremediğimiz ama bize tam da bizim isteyeceğimiz kadar, isteyeceğimiz şekilde verilmiş o müthiş hediye paketimiz?
Cevabı az sonra bulacağız. Birlikte! Beraber şaşıracağız. Bir sor kendine?
Şimdi bu satırları okuyabiliyor musun? Şimdi bu ekranı/sayfayı görebiliyor musun? Şimdi bu söylenenleri anlayabiliyor musun? Dokunabiliyor musun sıcacık tenine? Yüzünü az sonra aynada yeniden görebileceğine emin misin? Ayağa kalkıp yürüyeceğini biliyor musun? İşitebiliyor musun şehrin gürültüsünü ve sevdiklerinin fısıltısınıi? Nabzını tut; atıyor değil mi kalbin? Nefeslerine odaklan bir de: Sessizce inip kalkıyor değil mi göğsün? Buradasın! Hem de yaşıyorsun! Yokluğuna onbinlerce yıldır alışıldığı halde, şimdi varsın! Olup olmaman binlerce yıldır kimsenin umurunda olmadığı halde, şimdi ve burada bir "insan" olarak nefes alıp veriyorsun? Gözleri olmayan, gözlerin yerleştirileceği bir göz çukuru bile olmayan bir "şey"din, hatta bir "şey" bile değildin kaç yüzyıl boyunca, ama şimdi görüyorsun. Ama şimdi nefes alıp veriyorsun? İşitiyorsun? Yürüyebiliyorsun? Kimseye benzemeyen, hiç kimsenin benzemediği biricik bir yüzün sahibisin. Hiç beklemediğin yerlerde yürüyorsun! Hiç ummadığın güzellikler içinde, "insan" olarak yaşıyorsun, yaşatılıyorsun!
İşte bu, işte bu... Hiç beklemediğimiz bir şeydi. Şimdi ve burada var olmak çok şaşılası bir iş değil mi? Önceden haberimiz yoktu buraya geleceğimizden! Hiç hazırlıklı değildik insan olmaya! Hiç ummazdık bir de sonsuzluğa aday olacağımızı! Bir de böylesine cömert, böylesine kerem sahibi, böylesine incitmeden veren, böylesine karşılıksız lütfeden, böylesine bağışlayıcı, böylesine anlayışlı bir Rabb-i Rahim'in kulu olacağımız, olmayan aklımızın olmayan ucundan bile geçmezdi! Bizi hitabına muhatap alacağı bir "insan" olarak, hiç kimsenin aramadığı, arasa bile bulamayacağı yokluğun kuyusundan çekip alıp karşısına koyacağı ve uzun uzun konuşacağı hayal edemeyeceğimiz bir işti!
Şimdi ve burada! Bu satırlarda gözün... Anladık birbirimizi. Belki yeni baştan sevdik. Belki kıpır kıpır mutluluk doldu içimiz. Ben bitirdim yazmayı. Sen de okumayı bitirdin! Hayret; hiç ummazdık bunu. Anlaştık değil mi?
İşin en acayipi başımıza gelmiş bile! Bundan sonra bundan daha acayipi olmayacak öyle biline! Bundan sonraki bütün acayiplikler de yine başımıza gelen bu acayip iş sayesinde...