Bediüzzaman’ın kabri nerede? (2)
Hiç şübhesiz darbeciler, dünyanın her yerinde, aşağılık mahlûklardır. Aşağılıktırlar, zirâ kendilerine aid olmayanı cebirle gasb eder, çok zulme de imza atarlar. Bizdekiler ise sadece aşağılık değil, aynı zamanda haindirler. Zirâ, bizdeki bütün darbeler ABD tarafından, ABD menfaatlerini koruma kasdıyla, ülkelerini satan hainlere yaptırılmıştır. İlki 27 Mayıs 1960 Darbesi olarak tarihe geçen bu meş’um zincirin kopmuş olmasını temenni ederim, ama emin değilim.
Altmış darbesini yapan bu hain gürûhun en göze batan icraatlarının başında Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerinin mübarek naaşını, defninden yüz on bir gün sonra, bir gece yarısı kabrini balyozlarla parçalayarak çalmak olur. Tarihte benzeri bulunmayan bu ahlâksızlık ve dehşetli zulmün elli sekiz yıldır devlet koruması altında meşruiyet görmesi ise, yazık ki, daha kavurucu bir zulüm olarak devam ediyor.
Devlet, Bediüzzaman’ın mübarek naaşını ne yaptığını söylemiyor. Dedikoduların en can yakıcı olanı, denize atıldığı ürperticiliği ile karşımıza çıkıyor. Ekseriyeti teselli eden kanaat ise, bir meçhule defnedildiği ihtimalidir. Devlet, cürmünün safahatını belgelerle ortaya koymadıkça emin olamayacağımız bir facia olarak kalmaya devam edecek bir hakikat maalesef.
Yeri gelmişken şunu ifâde etmek isterim ki, bir ara Erdoğan’ın bu meseleyi çözeceğine ihtimal vermiştim. Ama zamanla bu ihtimal, ruh ve düşünce dünyamda gittikçe zayıfladıktan sonra büsbütün silindi. Erdoğan, Ulusalcı-Kemalist-Ergenekoncu safları yararak bir daha asla başladığı yere dönemeyecektir. 15 Temmuz ihanetinin Müslümanlar açısından belki de en büyük zararı, iktidardakileri bu kuşatmaya rıza göstermeye mecbur bırakmış olmasıdır. Fecr-i Sâdık şafağına yolcu taşıyan tren, bu kuşatma ile büyük bir rötar yaşadı, yaşıyor. Yazık oldu. Hem de çok büyük yazık!..
Bu darbe icraatı karşısında o gün Nur talebelerinin kıyameti koparmamış olmalarını yadırgamıyorum. Olabilir, güçleri yetmemiştir, müsbet harekete memurdurlar; falan, filan... Ama bu şenaati, gizili veya açıktan kaderî vasiyet tahakkuku addederek sevinip bir nevi alkışlamalarını yadırgıyorum, yadırgamaya da devam edeceğim. Kaderî hikmet bu şenaati meşrulaştırmaz, meşrulaştırmamalı. Bu şeni darbe icraatına karşı sessiz kalıp müsamaha ile bakmanın kaçınılmaz neticesi, Bediüzzaman’ın milliyetçi-devletçi geniş kitlelerin zihninde bir hain olarak kalmasıdır.
Evet, devlet ve milliyetçilik putperestliğine düçar sathî nazar ve zihinlerde Bediüzzaman, devletin naaşına bile tahammül etmediği tehlikeli bir hain olarak yaşıyor!.. Nur talebeleri, bu zehabta sessizlik ve teslimiyetlerinin ciddi rol oynamadığını söyleyebilirler mi? Söyleseler bile kabul edilebilir bir cevab mı bu? Bütün ruhumla bu şenaati reddediyorum. Bu topraklarda mezarının bilinmesi ve hürmet görmesi gereken tek bir insan varsa, o da Bediüzzaman’dır. Aksini düşünenlerle hemfikir değilim, düşünceleri gibi hissiyatları ile de dostluğum yoktur.
Naaş hırsızlığının ana hatlarını biliyorsunuz. Mevzu muktezası olarak hatırlatmış olayım. Kardeşi Abdulmecid’in talebi imiş gibi hazırlanan uyduruk bir belge, Konya valiliğinin cebri ile kendisine imzalattırıldıktan sonra gerçekleşen bu şenaatin detayları yok. Abdulmecid Efendi, gözlerinin bağlandığını söylüyor. Niçin? İki ihtimal öne çıkıyor: Birincisi, cânilerin habis yüzlerini saklama korku ve endişesi. Diğeri, defnedildiği yerin kardeşince dahi bilinmemesini temin etmek. Gerisi, belgeleme imkânına sahib olamadığım dedikodular. Bozulmamış naaş, yumuşak ve sıcak oluşu... O gün ölmüş bir askerin naaşının Abdulmecid Efendi’ye abisinin naaşı gibi yutturulmuş olması ihtimali v.s. Bu karanlıkta yolumuzu aydınlatacak hiç bir ışık yok. Bu zifirî karanlığı aydınlatabilecek tek merci, devletin mukaddes bir emanet gibi sahiplenmekte devam ettiği bu şenaatin arşivlerdeki belgeleri. Onlar da bize kapalı.
Bu felâketi en zor hazmetmesi gerekenlerin başında gelen Nur talebeleri, teselliyi aynı zamanda keşfî bir keramet olan vasiyetnamesine sarılmakta buluyorlar. O kadar ki, kendilerinin defin şartlarında riayet edemedikleri gizlilik şartının darbecilerce ifa edilmiş olmasına neredeyse teşekkürle mukabele edecekler. Nitekim bu iyiliklerini bir daha asla unutmamak üzere yemin etmiş gibi, daha sonra kaderî bir hikmetle kendiliğinden önlerine çıkan galvaniz tabutu kendileri saklama gayretine düşerler. Rivayetlere göre, Minareci lâkablı bir Nur talebesinin Isparta kabristanında oğlu için mezar yeri kazırken bulduğu galvaniz tabut ve içindeki Bayram abi tarafından tesbit edilir. Bir müddet aynı yerde kalan naaşın yeri kulaktan kulağa dolaşmaya başlayınca gizliliğin ihlâl edildiğine hükmeden talebeleri bu sefer tıpkı darbeciler gibi Üstad’ın naaşını bulunduğu yerden adeta çalarak götürüp Sav mezarlığına defnederler.
Yedi sekiz ay sonra bir şekilde orada olduğu da çoklarınca malum olunca naaşa bir daha mechûliyet yolculuğu görünür. Son tevdi edildiği yere dair çokların bildiğini bu satırların sahibi de biliyor, ama şimdilik bu bilgiyi paylaşmayacağım. Önce mevzuun tartışılıp değerlendirilmesini temin edelim, gerekirse o bilgiyi de amme efkârına sonra açarım.
Bütün bunların sebebi ne? Bediüzzaman’ın kabir ziyaretinde kendisi için öne sürdüğü zayıf mazarrat: Vefatından sonra da nazarları şahsına çekmemek ve bozulan kabir adabı. Anlaşılıyor ki, bu şart ıskat olursa hükmün neticesi de kendiliğinden düşer. Vefatının üzerinden geçen elli sekiz yıl zarfında bu iki basit hususu öğrenemediysek yazık... Ben öğrendiğimizden hareket ediyorum: Kıymet Bediüzzaman’ın şahsında değil, Risâle-i Nurların Kur’an’dan taşıdığı hakikatlerdedir. Biliyoruz... Teberrük diye kabir toprağı yemenin tam bir aptallık olduğunu da öğrendik, değil mi? Öğrenmeyenlere de kabrin başına dikebileceğimiz iki nöbetçi ile hatırlatmamız zor olmasa gerek...
Bu noktadan vasiyetnameye bir daha dönelim mi? Sual şu: Bediüzzaman’ın gizlilik vasiyeti, kendisinin talebi olup, kader bu talebin tahakkukuna mı hizmet etmiş, yoksa naaşının başına gelecekleri kerametvari bir keşifle görüp, vasiyet perdesine mi sarmıştır? Yahut, naaş hırsızlığını Nur talebelerinin düşünce ve ruh dünyasında yumuşatan bu vasiyet olmasa idi bu felâket karşısında tavırları ne olacaktı? Sonsuz bir yeis, telaş ve endişe mi; şahlanan bir karşı koyuş, itiraz ve isyan mı?
Not: Devam edecek...