İngilizler 13 Kasım 1918’de İstanbul’u işgal ettiklerinde giriştiği en önemli işlerden biri, ‘zihin işgali’dir. İngiliz propaganda makinesi, işgali hem ‘meşru,’ hem de ‘sürdürülebilir’ kılmak üzere bir dizi harekâta girişir ve bu uğurda ürettiği tezleri etkisine açık unsurlar üzerinden zihinlere yayıp yerleştirmeye çalışır.
Birinci Dünya Savaşının Doğu cephesinde oluşturduğu milis alayı ile Rus işgaline karşı cihad ederken Bitlis deresinde yaralanıp esir düşen Bediüzzaman Said Nursî, o tarihlerde İstanbul’dadır. Kostroma’daki esir kampından firar edip yaklaşık üç ay süren bir yolculukla Varşova-Viyana-Belgrad-Sofya hattı üzerinden İstanbul’a gelen Bediüzzaman, Dünya Savaşının son deminde İstanbul’un İngilizlerce işgaline kadar uzanan sürece bizzat şahit olmuş durumdadır. İşgale giden yolda ve işgal sonrasında İngilizlerin yaptıkları, kimleri nasıl etki altına aldıkları, bu ‘etki’ için zihinlere neleri saldıkları... bütün bunları bizzat görmüştür Bediüzzaman.
Bu şartlarda, İngilizlerin Osmanlıyı ve başşehrini de bir ‘sömürgeye’ dönüştürmek üzere en başta zihinlerde ‘koloni’ler üretme teşebbüslerine karşı, Hutuvat-ı Sitte isimli bir risale yazar, neşreder ve bizzat dağıtır. Baksanız, “Altı Adım” anlamına gelen bir ismi vardır bu küçücük risalenin. Ama daha ilk kelimede, mü’minlerin zihnini Kur’ânî bir çağrışımla uyandırma hedefi vardır.
Her mü’min, tanımı gereği, Kur’ân’la hemhaldir; ve Kur’ân’ı ya okurken veya dinlerken, ‘hutuvât’ kelimesi muhakkak hâfızasına ve hatırasına yerleşmiştir. Kur’ân’da geçen bir kelimedir ‘hutuvât.’ Hem de, hemen ardından ise, ‘şeytan’ kelimesi gelmek üzere: “Ve lâ tettebiû hutuvâti’ş-şeytân/ Ve, şeytanın adımlarına uymayın.”
Nitekim, ‘Hutuvât-ı Sitte’ başlığının hemen ardından Bediüzzaman eûzu billah diyerek bu Kur’ân âyetini zikreder, sonra da şu giriş cümleleri ile söze başlar:
“Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannâs, altı hutuvâtıyla âlem-i İslâm’ı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.
Kimi hırs-ı intikamını, kimi hırs-ı câhını, kimi tamahını, kimi humkunu, kimi dinsizliğini, hatta en garibi, kimi de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.”
Yine Kur’ânî derslerden mülhem bir ‘yaşadığımız günler’ okumasıdır ortadaki. Nasıl ‘altı adım’ anlamında ‘Hutuvat-ı Sitte’ başlığını taşıyan bu risale ismiyle Bakara ve En’am sûrelerindeki ilgili âyete atıfla ‘şeytanın adımları’na atıfta bulunuyor ve bu ‘altı adım’ı ‘takip edilmemesi, tâbi olunmaması, uyulmaması gereken adımlar’ olarak daha en baştan ima ediyorsa, bu giriş cümleleri de Kur’ân’ın son sûresi olarak Nâs sûresini getirmektedir akıllara. İnsanı fısıltılarla sokulup insanlara vesvese vererek haktan saptırmaya çalışan ‘Vesvâsü’l-Hannâs’ olarak şeytanın şerrinden âlemlerin Rabbine, Melikine, İlahına ilticaya çağıran Nâs sûresini. Ki bu sûre son âyetiyle, o Vesvâsü’l-Hannâs’ı tek bir kişiden öte bir ‘topluluk’ olarak tarif eder. İblis, elbetteki bu ‘şirket’in başıdır; ama Vesvâsü’l-Hannâs, ondan ibaret değildir, ‘cinlerden ve insanlardan’ avenelerinin de dahil olduğu bir ‘topluluk’tur. Mü’minlerin diline yerleşmiş ‘insî şeytanlar’ tabirinin dayanağı, işte bu âyettir ve diğer taraftan Kur’ân, başkaca sûrelerde ‘hizbü’ş-şeytan’ diyerek bu ‘cinnî ve insî şeytanlar’ topluluğuna atıfta bulunur.
İşte, İblis ve avenesine dair Kur’ân’ın haberlerine atıfla ümmetin o işgal şartlarında yaşadığı o ağır ibtilayı okuyan Bediüzzaman, “Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır” diye başlamaktadır söze. İçinde bulunduğu o zamanın ‘insî şeytanı’ ise, belli ki, âlem-i İslâm’ın yarı kısmını doğrudan sömürgeleştirmiş, merkez-i hilâfeti işgal etmiş, aralarında ürettiği fitneler ile ümmet idrakini bölerek mü’minleri birbirine düşürmüş ve bütün Müslüman zihinlerine hem dinlerine, hem birbirlerine dair fitne tohumları ekmeye devam eden İngiliz siyasetinde tecessüm etmektedir. Bu siyasetin ardındaki unsur, ‘zamanın şeytanı’ olarak, ‘beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar’ olarak gözükür Bediüzzaman’ın akıl ve kalb gözüne. Keza, ‘fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannâs’ olarak.
İşte, İblis’in insan sûretli vekili, zamanın şeytanı bir ruh-u gaddar olarak o el-hannâs, âlem-i İslâm’ı târumâr etmek için hilâfetin taşıyıcısı, i’la-yı Kelimetullah’ın mümessili ve küfre karşı cihadın sembolü olarak Osmanlı ve bu memleket üzerinden bir harekât yürütmekte, bu harekâtı yürütürken de altı şeytanî adımı takip etmektedir. Risalenin devamında, bu altı adımı deşifre eder ve her birine karşı cevap getirir Bediüzzaman. Ama bu altı adımı ifade etmeden önce, bu şeytanî siyasetin temel özelliğini daha ilk paragrafta zaten özetler: “...âlem-i İslâm’ı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.”
Bediüzzaman’ın teşhisi özetle budur. Bütün o propaganda makinesi, bütün o hakikatsiz tezler, iddialara, vehimler ve vesveseler işte bu şekilde insanların kalblerine, akıllarına ve nefislerine doğru bir yol bulup dilleriyle, hatta ayaklarıyla ve elleriyle onları bir şerrin gönüllüsüne ve taşıyıcısına dönüştürmektedir işte. Zamanın şeytanının asıl derdi, ‘âlem-i İslâm’ı ifsad’dır ve bu ifsadı gerçekleştirmek için (i) insanlarda, (ii) insan cemaatlerinde mevcut ‘habis menbalar’ ile ‘tabiatlarındaki muzır madenleri’ keşfedip ‘fiilî propaganda’ ile işlemekte, ‘zayıf damarlar’ üzerinden zihinleri ve kalbleri işgal için bir yol bulmaktadır. Hem tekil olarak her bir insan üzerinde bu şekilde çalışan, hem her türden insan topluluğu üzerinde de aynı şekilde çalışan bir şeytânîlik vardır karşımızda.
Peki, insanlar ve insan topluluklarında habis menbalar, muzır madenler arayışına giren ve bunlara ulaşan zayıf damarlar bulup müslümanları bile ‘altı adım’da İslâm’ın ve ümmetin aleyhine olarak kendi siyasetinin bir âletine dönüştüren bu el-hannâs, bula bula hangi ‘habis’ menbaları, ‘muzır’ madenleri ve ‘zayıf’ damarları bulmaktadır?
İşte, devam eden cümlede, bu menba, maden ve damarlara dair bir teşhis önümüze koymaktadır Bediüzzaman: “Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını, kimi(nin) tamahını, kimi(nin) humkunu, kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.”
Evet, İblis’in bu zamandaki insan sûretli vekili olan el-hannâs’ın İslâm ve müslümanlar aleyhine şeytanî siyaseti lehine kullanmak üzere bulduğu bu habis menbalar, muzır madenler ve zayıf damarların en önemlileridir bunlar:
kiminin hırs-ı intikamı
kiminin hırs-ı câhı, yani mevki-makam hırsı
kiminin tamahı
kiminin humku, yani basiretsizliği, ferasetsizliği, ahmaklığı
kiminin dinsizliği
kiminin taassubu, evvelkinin aksine güya dinine herkesten ziyade ‘bağlılık’ zannı, gayreti ve iddiası
Bediüzzaman’ın, işgal altındaki İstanbul’da basiretiyle gördüğü, budur. Ortada öyle bir manzara vardır ki, beş benzemezi biraraya getirmiş, asla yan yana olmaz denilenleri kendi siyaseti için İslâm’ın ve ümmetin aleyhine pekâlâ istihdam edebilmiştir. Ve bunu, işte bu altı ‘maden’i ve ‘damar’ı işleyerek gerçekleştirmiştir.
Kimi insanlara ve topluluklara, ‘hırs-ı intikam’ları üzerinden yanaşmış; kendisi müslüman bile olsa, meselâ şu veya bu sebeple İttihad ve Terakki’ye veya meselâ sadece Said Halim Paşaya karşı hususî bir ‘intikam duygusu’ taşıyanları tesbit edip onlarda bu damarı işletmiş; içini yiyip bitiren o intikam arzusunu doyurmanın yolunun kendi siyasetiyle ortaklıktan geçtiğine bir şekilde onu ikna etmiştir. Kimi, gemlenmemiş bir mevki, makam hırsı içindedir; kendisi daha lâyık iken, evvelce, kendisi yerine başkalarının o makamlara geçirildiğini düşünmektedir. Bu durumdakine ise, hak ettiğin, lâyık olduğun mevkiye, makama ulaşmanın teminatı benim mesajını vererek veya belki fiilen o makamı rüşvet vererek elde etmiştir. Kiminin maddî manevî hangi türden ise tamahını tatmin ederek, ona arzu ettiği maddî manevî yarar ve menfaat için bir ümit vererek bir damar bulmuştur. Kiminin ise, basiretsizliğini, körlüğünü, ahmaklığını kullanmış; hatta bu uğurda, ‘doğru ölçüler’i ‘yanlış yerlerde’ tatbik ederek, meselâ İstanbul İngiliz işgali altında iken Anadolu’da kâfire karşı cihad edenleri ‘ulu’l-emre isyan eden asiler’ olarak gösterebilmiştir! Kiminin ise, dinsizliğini, İslâm’dan olan nefretini kullanırken; en garibi, kiminin ‘dindarlığı’nı, dine ziyade bağlılık çabasını bu yolda kullanabilmiştir.
Neticede ortaya çıkan tablo; dinli-dinsiz, sefih-mazbut, her türden insanın ve insan topluluğunun ‘âlem-i İslâm aleyhine’ ve ‘İngiliz siyaseti lehine’ kullanışlı hale geldiği garip bir ‘konsorsiyum’dur. Şeytanın o zamandaki vekili olan el-hannas, bütün o zayıf damarları tesbit edip, bulup işleterek, onca benzemezi kendi siyaseti lehine pekâlâ ‘benzetmiş’tir!
Ne zaman bu ülkenin özellikle ‘Gezi’ye hazırlık’ safhasından başlayarak bugüne kadar yaşadıklarına baksam; ne zaman ‘one minute’ dediği, ‘dünya beşten büyüktür’ dediği, ümmetin ve mazlumların ümidi haline dönüştüğü andan itibaren Erdoğan ve Ak Parti aleyhine ‘bindirilmiş kıtalar’ halinde biraraya gelmiş unsurlara nazar etsem, Bediüzzaman’ın Hutuvat-ı Sitte’nin hemen başında söylediği bu sözler ve yaptığı bu tesbitler geliyor aklıma.
Düne kadar birbirine söven, düne kadar birbirine düşmanlıkla varolan ne kadar unsur varsa, hepsi ‘Erdoğan’ı şeytanîleştirmek ve bir şekilde gözlerden düşürmek ve makamından devirmek için ağız ve el birliği yapmış hale nasıl gelebildiler?
Düne kadar ‘Kürtler çoğalıyor, Türk kalmayacak/ Kürt bakkaldan alışveriş yapma’ propagandası yapan azılı faşistler ile Kürtçüler, beynelmilelci sol liberal ile ulusalcı, Perinçek tayfası ile ‘Saadet’ tayfası, TÜSİAD ile ‘antikapitalist Müslümanlar,’ ‘hocaefendisi’ne ‘mesih’ gözüyle bakanlar ile dinin ‘d’sinden bile rahatsız olacak derecede keskin dinsizler ve daha niceleri, hepsi de ‘bu ülkede bütün kötülüklerin anası Ak Parti ve babası Recep Tayyip Erdoğan’ düşkünlüğünde bir söylemde buluşmak üzere nasıl biraraya gelebildi sahi?
Cevabı, yüz sene önceden, Hutuvat-ı Sitte’de Bediüzzaman veriyor:
“Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannâs, altı hutuvâtıyla âlem-i İslâm’ı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.
Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını, kimi(nin) tamahını, kimi(nin) humkunu, kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.”