Artık her gün soruyorum kendime bu soruyu… Artık her gün bu soruyla tartıyorum imanımın ya da ihlasımın kuvvetini.
“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor” diye haykıran Bediüzzaman’ın âli himmeti geliyor aklıma…
“Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir” sözleri her defasında bir tokat gibi sarsıyor gururumu.
Bedüzzaman’ın tüm dünyada ittihad-ı İslam hedefine ulaşmak gibi bir ideali bizlere hedef gösterdiğini hatırlıyorum sonra.
Yollar uzun, engebeli ve karanlık diyesim geliyor önce. Sonra nasıl muvaffak olacağız? Nasıl bu hedefleri gerçekleştireceğiz tüm bu zorluklara rağmen diye düşünüyorum?
Bir yerlerde yanlış yaptığımızı, bir yerlerde çok fazla düşündüğümüzü ama sadece himmetimizin pervazlanması gereken yerde, daha çokça dünyevi ücretlerin hayalini kurduğumuzu anlıyorum.
Muvaffak olmak, zulmün bitmesi, dünyayı kurtarmak, dünya Müslümanlarını birleştirmek gibi yüzlerce başarı ölçütü belirlemişiz kendimize.
Ama bütün bu gayeler sadece birer araç olmalıydı bizim için, sadece sonsuzlukta görüşeceğimiz SEVGİLİ’nin cemal-i merhametine müşerref olabilmemiz için birer vasıta!
Asıl gaye rıza-yı ilahi olmalı her zaman. Muvaffak olma hülyaları ise hayallerimizi işgal etmemeli artık.
Sonucun ne olacağını fazlaca düşünmeden ve hatta tasarlamadan, hedefe yani sadece rıza-yı ilahi amacına kenetlenmeliyiz tüm gücümüz ve sabrımızla.
Başarısızlık gibi görünen bütün o dünyevi sadmeleri tebessümlerle karşılamalı ve melekut cihetindeki rıza-yı ilahi okşamalarını tahayyül etmeliyiz her defasında.
Bu samimi ihlası, manevi makamları bile gerçek gaye olarak kabul etmeyen bu ihlaslı niyeti kazandığımızda bir bakmışız ki, Ayasofya ibadete açılmış, Arakan kurtulmuş, Suriye huzura ermiş ve tüm dünyada büyük bir İslam Birliği kurulmuş olacak.
Ve bizler o zaman, ellerimizdeki sancakları gökyüzüyle buluştururken hala o temel endişeyi dillendirmeliyiz öz benliğimizde:
Acaba Rabbim razı oldu mu benim bu amellerimden? Acaba Rabbimin cemaliyle müşerref olabilecek miyim ahirette?
Bugünkü kemiyetimize yani çokluğumuza rağmen, bugünkü görece siyasi başarılarımıza rağmen, asr-ı saadet dönemine ağıtlar yakışımızın sırrı da bu menfaatçilik hastalığımızda saklı.
Bu hastalıktan kurtulmak için her türlü dünyevi makamı “Refik’ul Âla” uğruna reddeden Peygamberimizin (SAV) “ihlas”ını örnek almalıyız önce…
Sonra Celaleddin Harzemşah, Fatih Sultan Mehmed Han ve Bediüzzaman Hazretleri gibi madde-mana sultanlarının ihlaslarını yudumlamalıyız her fırsatta.
Sonra açıyorum İhlas Risalesini ve okumaya başlıyorum tüm ihlassızlığımla:
"Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir."
Önce buradan başlamalıyız diyorum. Nefsime, hocalara, yazarlara, şairlere, siyasilere, manevi ya da maddi makamlarla muvaffak olunacağını sananlara, para toplamayı hizmet sananlara önce “ihlas”tan başlamalıyız diyorum sessizce.
Asıl başarı budur çünkü. Küçük bir kainat olan benliğimizdeki bu cihad-ı ekberi kazanırsak eğer, dünyanın ne kadar da küçük olduğunu anlayacağız hemen…
Fatih Sultan Mehmed, Abdulkadir Geylani, İmam Rabbani ya da Bediüzzaman Said Nursi için de o ihlas sırrıyla dünya bu kadar küçülmüştü işte.
Dünyayı büyük, zor, imkansız görüşümüzün sırrı da burada yatıyor. İhlasımızın küçüklüğünde ya da yokluğunda…
Tekrar soruyorum usulca kendime… Tekrar tekrar soruyorum….
Bugün Allah rızası için ne yaptın? (OD)