Necip Fazıl, merhum, mübeccel adam. Burdur’da bulunur. Gece yatarken bir ses duyar pencereyi açar, ”Burdurlu Ömer adam olamadı, Burdurlu Ömer adam olamadı“ diye giden bir ses. Biraz sonra kaybolur. İner resepsiyondan sorar, nedir, neyin nesi? “Efendim bu böyle bir adam, her akşam aynı vakitte çıkar yürüyerek bu cümleyi tekrar eder. Burdurlu Ömer adam olamadı.” Ünlü şair merdivenden çıkarken söylenir “Maraşlı Necip Adam olamadı, Maraşlı Necip adam olamadı.” Yüz tane kitap yazmış, insanları etkilemiş, sıradan bir tipin zarfına sığmayacak özelliklere sahip, dahi karakter o bile kendinin adam olamadığını söylüyor.
Bir ticaret yapamadım
Nakti ömür oldu heba
Yola geldim lakin göçmüş
Cümle kervan bihaber
Ağlayıp nalan edip düştüm
Yola tenha garip
Didi giryan, sine püryan
Akıl hayran bihaber.
(Niyazi–i Mısri)
Mehmet Akif Hazretleri “üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömrü heder” der. Yine;
“Ne bana yaradı cismim ne yara yar oldu
İlahi bu bir avuç türabı neyleyeyim” der.
Büyük karakterlerin bir özelliği yüksek yerler iptilası. Bediüzzaman İstanbul’da Çamlıca Tepesini severmiş. Ayrıca Yuşa Tepesinde kalmış. Isparta’da Çam Dağında kalmış. Van’da Van kalesinde meskunmuş. Yahya Kemal “ruhun yüksek yerlerde nefes aldığını söylemiş” oradan bakmış hayata. ”Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” demiş. İstanbul’u fetheden yeniçeriye gazel söylemiş. Akıncı şiirinde asırlar ötesine gitmiş, onlarla birlikte bir sefere katılmış. Onlar gibi mutlu.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bir atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
O da onlarla şendir, yıkılmış bir imparatorluğun enkazında hoşuna giden bir şey kalmamış, o da tarihe sığınmış. Selimname ile Yavuz’un arkasından bir vakanüvis gibi gidip o harika ve maverai şiiri yazmış.
Kopernik hani şu meşhur adam, gözlemleri ile dünyaya bakışı değiştirmiş. “Frauenberg‘e yerleştiğinde Katedrale yakın olan savunma için kullanılan kulelerin birinde yaşamayı tercih etmiş. Etrafı çevrili olan alanın kuzeybatı köşesinde yer alan “Kopernik kulesi” eski bir gelenek tarafından kule kimliğine kavuşmuştu. Kopernik iyi gözlem yapabilmek için en uygun yeri seçmeliydi. Bu kule doğu dışında tüm yönlere egemen olan iyi bir görüntü elde edebilecek konumdaydı. Astronomiksel gözlem yapmak Kopernik’in çalışmasının temel gereğiydi. Teorisi belirli zamanlarda gökcisimlerinin pozisyonlarının kesin ölçülerini karşılaştırmayı içermekteydi.” (Angus Armitage, Kopernik s,112)
Neden Bediüzzaman Çam dağında yüksek dağın ötesinde yetmemiş bir de ağaçtan bir kulenin üstünde yaşamış uzun zaman? Bütün eserleri gözden kaynaklanan gözlemlerden, müşahadelerden, harikayı, olağanüstünü görmeye endeksli adam. Göz, görmek, bakmak, müşahade, rüyet, daha nice kelimelerin onun eserlerindeki taraması. Bakan, seyreden adamı, temaşageri anlatır. Ankara’dan kara bir halet-i ruhiyeden Van’a gittiğinde Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekilir. O yerler onun sarayları, zaten “bunları yıldız sarayına değişmem” diyor.
Cenabı Peygamber, Efendiler Efendisi (asm), sebeb-i vücudumuz, evrenin inşasının sebeb-i aslisi… Geceleri çıkar yıldızları, semavatı seyreder. “Bana böyle bir kainat ihsan ettiğin için Rabbine secde edermiş.”
Adam olamadık, olması lazım geleni değil, olmaması gerekeni mi yaptık, herkes kendinin ne adam olduğunu bilir.
Hz. Peygamber (asm) Hira’ya kapanmış. Hz. Musa Tur-u Sina’ya… Biri kainatın prospektüsü olan bir kitapla dönmüş, değişmiş ve değiştirmiş, diğeri on emirle gelmiş bakmış salak ümmeti buzağıya tapıyor. Gergin, peygamber sabrı bu ya, o duruşu Mikelanj heykele dökmüş. Elinde on emir karşısında sapkın ümmeti. Neylesin...
Bediüzzaman eserlerinde dağları söz konusu eder. Ayet’ül Kübra’da kainattan Halıkını soran Seyyah’ı dağlar çağırırlar. İmaja bak, dağlar onu çağırıyor “biz sanatı ilahiyiz o sanatçı gözünle gel de bize bak.”
Sonra, dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar "Sayfalarımızı da oku" diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l Beyan,
gibi çok âyetlerle ferman ediyor. Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmın hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, "âmentü Billâh" der.
Köroğlu, “arkam sensin kalam sensin dağlar hey” der. Aslında dağlar Bolu beyinin zulmünden dolayı Köroğlu’nun kalesi ama bizim de hayatımızın kalesi bize lazım şeyleri depolamış ona Allah.
Dağlar da Peygamberimizi (asm) dinlerler. “Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketi ışıklandıran büyük nur lâmbası, onun işaret ve emirlerine baş eğmesiyle, "Evet, evet, her dediğin doğrudur" derler.“
Bediüzzaman mizacındaki bu yüksek yerler iptilasının bir nedenini de anlatır. “Saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kal, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.“
O dersaadetteki insanların ahlakından dolayı yine doğup büyüdüğü mekanları tercih eder. “Ben şarkın dağlarında büyümüştüm. Merkez-i Hilâfeti güzel tahayyül ediyordum. Vaktâ ki, bundan yedi-sekiz ay mukaddem Dersaadete geldim. Gördüm ki, İstanbul, tevahhuş ve tenafur-u kulûb sebebiyle medenî libası giymiş vahşî bir adama benzer.”
Bediüzzaman’ın siyasetten çekilmesinin nedeni de bu toplumsal ahlakın bozulması ve siyasetle milletinin idaresinin güçlüğüdür. Parti siyasetinden ve politize olmaktan, siyaset konuşmaktan çekilmiştir. Ama siyasi istikrarı desteklemek konusunda halkı ve aydınları selefin hayatından ve siyasi tarihten örnekler vererek uyarmıştır. Çünkü siyasi istikrar ve sevadı azamı takib etmek bizim milli siyaset felsefemizdir. Osmanlı’da muhalefet ve çok partililik olmaması da bu yüzdendir.
O geleceği de dağlara benzetir ve büyük ecdadımızı o dağlarda meskun gösterir.
”Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyubî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki: Tâ herbiriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.”