Rab ismi terbiye eden, bir şeyi varmak istediği kemal noktasına getiren ve orada onu sürekli olduğu sürece hayatını şartlarını temin ederek, imkanlarını kontrol etme fiilinin sahibi Rab. İşte bu Rabb’ın yaptığı bütün faaliyetler rububiyet faaliyetidir.
Namaz kılan bir insan her gün kırk defa beş vakit namazda “Elhamdülillahirabbilalemin” diyor. Bir insan günde kırk kere rububiyet faaliyetini namazda tahattur, tahayyül, taakkul, tasavvur eder. Koca kainat insanda temerküz etmiş, Rububiyet de insana teveccüh etmiş. Her gün kırk kere bu fiilini, merkezli yapısını dünya ve insanda gösteren iç içe iki anlam. Kişiye alemin, onu insana göre tanzim eden ve insana hizmetkar eden Rabbin faaliyetinin azameti Rububiyet denilen hakikattir. İşte Bediüzzaman namazı hayatının ve davasının aksal gayesi yapan adam, namazı zenginleştiren adam, daha çok mana mücevherleri ile Rabbinin huzuruna çıkan adam, çıkaran adam… Manayı zenginleştirmesi, bunu hergün kırk kere tüfekkür ederek, yeryüzündeki görüntü ve yansımalarını tahayyül eden adam tam adam olur, ama tam adam olur, yoksa benim gibi alel acele bu Rab kelimesinin okyanusuna dalmayan bir insan namaz kılar işte. Hamama gider üzerine su değmeden dışarı çıkar. İşte öyle bir şey.
“Evet, bütün kâinatta,
hususan zihayatlarda
ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde,
her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde,
hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm,
elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir burhan-ı kat'îdir.”
Yukarıdaki cümle rububiyetin tarifidir. Bütün kainatı özellikle canlıları içine alan bir terbiye faaliyeti. Gökyüzünü yaratmak, sonra süslemek, sonra oradan ışığı, suyu, bereketi, kitapları, nübüvveti göndermek, yerden bitkileri çıkarıp onlarla hayvanlar ve insanları beslemek. Ve her canlıyı yaratılışının kanunlarına, fizyolojisine göre bir geometri ile denetlemek. Bütün bunlar terbiye faaliyeti Rab isminden tezahür ediyor. Rab ismi bütün isimler içinde seçilmiş ve namazın içine konmuş. Fatiha Kur’an’ın açılış suresi, Fatiha aynı zamanda suret ül salat olarak isimlendirilir. Kur’an’ın açılış suresi, onun da açılışı “Elhümdülillahirabbilalemin.” Bu isim o kadar önemli ki her gün kırk kere tekrarını istiyor Rab. Kendi huzurunda en şuurlu ve ifade özgürlüğü olan mükemmel canlısının bunu her gün tekrar etmesini istiyor.
Kırk tekamül sayısıdır, olgunlaşma sürecidir, “Bir adama kırk gün iyisin iyisin desen iyileşmesi kırk gün kötüsün desen fenalaşması” demek onu aynen öyle yapar. “Kırk defadır söylüyorum, ölünün kırkının çıkması, kırk bin maşallah, kırk azgını…“ Demek her gün kırk defa Rab isminin tefekkürü ile hamd etmek bir tekamülü gösteriyor, o nasıl şey o öbür tarafa yansıyor.
40 sayısı ise daha ziyade İslam toplumunun günlük yaşamında en çok kullanılan sayıdır. İçinde kırk sayısı geçen isim ve deyimlerin bazıları şunlardır: Kırkpınar, kırk haramiler, kırk-ikindi yağmurları, kırk dereden su getirmek, kırk bir kere maşallah, kırk ev kedisi, kırk para, kırk yılın başı, kırk yılda bir, kırk yıllık dost, kırk katır mı-kırk satır mı, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırının olması...
Kırk sayısının özel ve uğurlu bir sayı olduğuna, bazı tabiat varlıklarını temsil ettiğine çok eski çağlardan beri inanılır. Dinde, matematikte, astronomide, astrolojide, edebiyat ve tasavvufta ayrı ayrı anlamlan vardır.
Kırk sayısı eski Mısırlılarda gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir. Tevrat'ta da insanın yaş dönemlerini belirtir. Muhtemelen 'kırkından sonra azmak' veya 'kırkından sonra saz çalmak' deyimleri de buradan kaynaklanır.
Eski doğu ülkelerinde, Hindistan'da ve Türklerde büyük önem taşıyan kırk sayısı sonradan İslam inançları içerisine girdi. Kırk sayısı Kuran'da ve onun hükümlerine dayanan hadislerde de geçer. Bunların biri de insanın 40 yaşında olgunlaşması ile ilgilidir. Hz. Muhammed'e (asm) 40 yaşında peygamberlik verilmesi, İslam dininin doğuşu sırasında ona ilk bağlananların kırk kişi olması, kadınlarda hamileliğin 40 hafta sürmesi de bu sayının kutsallığına olan inancı geliştirdi. İnsanın malının kırkta birini zekat olarak vermesi de bununla ilgilidir.
Ayrıca, insanlar tarafından Nuh tufanının 40 gün süren yağmurlardan sonra oluştuğuna, Tanrının Hz. Adem'in çamurunu 40 gün yoğurduğuna, dünyanın sonu yaklaştığında Mehdi'nin kıyametten önce 40 yaşında ortaya çıkacağına ve kırk yıl yeryüzünde kalacağına inanılır.
Doğum yapmış kadınların çocukları ve ölüler için doğumdan ve ölümden sonra, 40 gün geçmesi daha sonra şerbet ve lokma dağıtılması ile 'kırkı çıkmak' deyiminin kullanılması da 40 sayısının özelliğine olan inançla ilgilidir.
“Madem bir rububiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez.”
Bütün kainatla ve bütün mahlukatla iç içe bir terbiye faaliyetinin mutlak yani dışında kalanı olmayan bir faaliyet ortaklığı, bu icraata bir iştiraki kabul edemez. Zaten bir aksama olmayışı ve ıttırad ve düzenin varlığı da bunu gösteriyor.
Aşağıdaki cümleler de rububiyetin yeni bir yönü ve cenahı. Rububiyetin tarifini ve kainata yansımalarını anlattı şimdi ise Rububiyetin gayelerini anlatıyor, yani bu mutlak terbiyenin rububiyetin gayeleri neler, hangi gayeler için yapılıyor.
“Çünkü, o rububiyetin, kendi cemâlini izhar
ve kemâlâtını ilân, bu iki gaye cemalini izhar etmek ve kemalatını göstermek konusunda yine şöyle der.Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalatını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir mevcut pek çok dillerle Onun kemalatını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünun, bütün desâtiriyle, şu kitab-ı kâinatı zaman-ı Âdem'den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemalat-ı İlâhiyeye dair ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-ü mişarını (onda birini) daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalat ve cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâlin…”
Binbir esmayı hüsnası olan ve bunların sayılmaz tecellilerini mahlukattaki görüntülerini gösteren bir ilah bu göstermeleri bizatihi kendi istemiştir, çünkü her yarattığı canlı ve meydana getirdiği olay hem tam yerinde kamilane yapılmış, güzelliğin bütün nevilerini yansıtır şekilde. İşte bu Rab isminden doğan rububiyetin gayeleri, bütün kainatı içine alan görüntüler. Namazda zikredilen Rab isminin ne kadar ihata edilemeyen bir boyutu olduğunu gösteriyor.
Ve kıymetli san'atlarını teşhir,hem Sâni-i Âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san'atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesi da rububiyetin gayelerinden. Ve gizli hünerlerini göstermek, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle, tam itina göstererek san'atını güzel göstermek istiyor. Bütün bu gayeler canlılarla, görünüyor. Bu fiiller bir başkasının müdahalesi ile tamamen abes olur. Zaten düzen ve güzellik, yerindelik yüzünden bir karışma ve karıştırma eseri görünmüyor.
Rabbülalemin Fatiha’nın ilk ayeti, bu ayetin merkezinde Rab ismi var. Allah büyüklüğünün yani Rububiyet faaliyetinin günde kırk kere kulu tarafından hatırlanmasını ve onun önünde secde etmesini istiyor, tam muhiti ile bu ayeti okumak ve tefekkür ve tezekkür etsek namaz bitmez, ama okuyup geçiyoruz. Günde kırk kere bu ayetin ve ismin okyanusunda kul namazında dolaşmakla yükümlü. İşte namazın sınırı yok önü açık, bütün sıradan insanların ve büyük zatların hepsinin namazı bu boyutun içinde, ne insanlar ve ne büyük simalar var. Bu yüzden bunlara tefekkür dinin direği olmuş.
Rabbülalemini Bediüzzaman böyle izah ediyor:
Evet, biz gözümüzle görüyoruz ki,
bu kâinatta binler değil,
belki milyonlar âlemler,
küçük kâinatlar,
ekseri birbiri içinde,
her birinin idaresi
ve tedbirinin şeraiti (şartları) ayrı ayrı olduğu halde,
öyle bir mükemmel terbiye, tedbir, idare ediliyor ki,
bütün kâinat bir sahife gibi her an nazarında
ve bütün âlemler birer satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir.
Bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir
İlim ve hikmet ve ihatalı hadsiz bir rahmet ve dikkatle bu milyonlar âlemleri
ve seyyal kâinatları
idare eden bir
Rabbü'l-Âlemînin vücub-u vücuduna ve vahdetine küllî ve cüz'î şehadetler, zerreler ve zerrelerden terekküp (bir araya getirilen) mevcutlar adedince hadsiz, nihayetsiz şehadetler her an ve zaman geliyorlar.
Zerrat tarlasından tâ manzume-i şemsiyeye, güneş sistemine)
tâ Samanyolu denilen kehkeşan dairesine
ve bir hüceyre-i bedenden (bedenin hücrelerinden) tâ zemin mahzenine,
tâ kâinat heyet-i mecmuasına (tamamına) kadar aynı kanun, aynı rububiyet, aynı hikmetle beraber idare ve terbiye eden bir rububiyeti tasdik ve hissetmeyen, bilmeyen, görmeyen bir insan, elbette hadsiz bir azaba kendini müstehak eder ve merhamete liyakatini selb (merhamete layık olmaz.) (El Hüccetüzzehra’dan)
Bu tedkikimizde Rab fiilinden doğan ve namazın Fatiha süresinde yer alan kainatı ihata eden fiillerini nazara vererek namazın muhtevasının zenginliğini ortaya koymaya gayret ettik. Kişi her gün kırk kere bu kendisinde odaklanan Rab fiili yüzünden Rabbine hamdetmeli. Rububiyeti teemmül tefekkür ederek ona hamdetmeli, namazın büyük külliyetinden bir parçası bu.