“Parça-Bütün ilişkisine dair”
Sosyal bilimlerle şu veya bu şekilde bir tanışıklığı olanlar, tarihî ya da toplumsal özellikler taşıyan herhangi bir olayın, bir tek sebebe bağlanamayacağında hemfikirdirler. Bu özelliklerinden dolayıdır ki, bu niteliğe sahip olaylar; ortaya çıkan sonucun sağlıklı bir şekilde kavranılmasında, sebeplerin bir bütün olarak ele alınabilmesini zorunlu kılarlar. Diğer türlü dinî, ekonomik, siyasî, tarihî vb. nedenlerini bir kenara bıraktığımız takdirde örneğin bir prense yapılacak her suikastın, her zaman için bir ‘dünya savaşına’ neden olması beklenebilirdi!... Ya da sadece sahip olduğu ticarî yolların önemini yitirdiğine şahit olan her medeniyetin; düşmanları karşısında asırlar sürecek bir maddî mağlubiyeti tatması şart olurdu…
Bu şekilde ‘sebepler dünyasında’ bütüne muhatap olamamak, ‘kavranmış sonuçlar’ kıtlığının da başlıca aktörüdür nazarımda.
Ve elbette ki bu durum; başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere tüm kitapları, dinleri, düşünce sistemlerini, felsefeleri ve hatta bizatihi insanı anlayabilmek için de geçerlidir.
Örneğin bir insanı, sadece iyi ya da kötü bir-iki özelliğiyle değerlendirme yanılgısının; aynı insan hakkında, farklı nazarlarda iyi ya da kötü, hatta kimi zaman da şakî veya said gibi hükümler verilebilmesine sebep olduğu aşikârdır. Hatta Mevdûdi’nin tespitiyle, mesela bir Peygamberden gördükleri mucizelerin perde arkasındaki hikmetli sebeplerini değil de, görülen harikalıklarını sürekli nazara alan insanların birçoğu; bir müddet sonra o mucizeleri bizzat o Peygamberden bilerek, –haşa- o Zatların (a.s) harikulâde ve ilahî vasıflara sahip varlıklar olarak görülmelerine sebep olmuşlardır.
Parçayı ele alarak ‘bütünü ıskalamış’ olan öylesi kimseleri her hatırlayışımda, kendisini Vahyin tedrici özelliğinden ya da mesajının bütüncüllüğünden muaf tutarak, bütüne muhatap olmaktan kaçınan o meşhur Bektaşî dervişinin, ayetten “Namaza yaklaşmayın” sonucunu çıkarması geliyor aklıma…
İşte böylesi zihinsel bir tutukluğun, çoğu zaman kasıtlı bir yaklaşımla İslam kaynaklarıyla ilgilenmesine veya Üstad Hz.nin deyimiyle “dinde mutaassıp, muhakeme-i akliyede noksan” kimi dimağların da bazı ‘ince’ hakikatlere itirazlar etmelerine dair, belki de en kestirme, en çarpıcı cevaptır “Bütüne muhatap olma” çağrısı.
Örneğin bir ayet-i kerimenin: “Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi yurtlarınızdan çıkardıkları gibi siz de onları çıkarın” (Bakara,191) gibi bir bölümünü, ait olduğu Kitab’ın bütünlüğünden ayırarak nazarlara sunanlara, “bütüne bakmayı” yine en başta tavsiye etmemiz kaçınılmaz olacaktır. Ve buna da, söz konusu ayeti öncesi ve sonrasıyla okumayı önermekle başlamalı elbette:
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kafirlerin cezası işte böyledir. Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir. (Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur. Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler (de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup-sakınanlarla beraberdir. (Bakara, 190- 194)
Dahası, ‘bütünün’, konuyla ilgili diğer ‘parçalarından’ bazı örnekleri insaf ve vicdan sahiplerine hatırlatarak, kimilerinin zannettiğinin aksine, ‘onları’ neredeyse yok etme gibi bir çabamızın ve görevimizin olamayacağını ifade etmekte büyük fayda var:
“Allah dileseydi onlar şirk koşamazlardı. Seni onların üzerine bekçi kılmadı; sen onların vekili de değilsin” (En’am, 107)
“Ancak sizinle aralarında antlaşma olan bir topluma sığınanlarla, kendi toplumlarıyla yahut sizinle savaşma konusunda yürekleri yetersiz kalıp da size gelenlere dokunmayın. Allah dileseydi onları elbette sizin üstünüze salardı, onlar da sizinle mutlaka savaşırlardı. O halde, sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barış eli uzatırlarsa, artık Allah size, üzerlerine gitmek için bir yol vermemiştir.” (Nisa, 90)
“Ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde mücadele edin; içlerinden zulmedenler müstesna..” (Ankebût, 46)
Hele bir de bu konuda İslam için aslolanın, hep savaş ve ‘taarruz halinde olmaktan’ ziyade; sulh, selamet ya da musalaha ve muarefeyi esas almaktan ibaret bulunduğunu ferman eden şu Hadis-i Şerif, muhakkak dile getirilmeli:
"Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin. Allah'tan afiyet dileyin. Onlarla karşılaştığınızda ise, sabredin. Bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır." (Buhari, Cihad, 22)
Bu Peygamber (s.a.s) kelamının zaten bizatihi kendisi, bütününden koparılarak dikkatlere sunulan parçaların, o bütünü ne derecede sağlıklı ifade edebileceklerine dair mükemmel bir örnektir de aynı zamanda… Ve bütününden koparılmış “Düşmanla karşılaşmayı istemeyin” ya da daha meşhur edilmiş “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” gibi parçaların; kimlerin elinde ne türden sloganlara dönüştürüldüğü ve bu yolla da müminlerin nerelere ve nerelere kanalize edilmeye çalışıldığı, umarım ki gözler önündedir.
Ancak hemen hatırlatmak gerekir ki bu Nebevî emir, ‘bütününde’ hadd-i vasat ve mîzan dersi veren bir “denge” dininin, “Alemlere rahmet olarak gönderilmiş” şefkatli Peygamberi’nce (s.a.s); tam da sefere uğurlarken ordusuna talim buyrulmuş bir derstir de aynı zamanda!... Yani bu dersin, Hakk için gerektiğinde savaşa uğurlanan ve gerektiği için canları pahasına mücahedeye yollanan bir orduya, sefere uğurlama anında verilmiş olması çok manidardır. Bu yönüyle de bu ders, bilhassa maddî cihad konusunda ‘bütünün görülebilmesi’ için, mutlaka ‘diğer parçalarla birlikte değerlendirilmesi gereken’, çok çok önemli bir parçadır. Çünkü o ‘bütünün’ verdiği mesaja göre, gerektiğinde savaşmaktan çekinilmemektedir ama, bu hal arzulanacak bir hal de değildir; ve son ana kadar düşmanın yola gelmesi, meselenin sulh ve selametle halli gözetlenmelidir…
Yani, ne korkaklık, pısırıklık ve haksızlığın çekingenliği gibi şüphelere meydan vermek; ne de maddî cihad gibi fedakarlıklardan kaçınma tehlikesi… ‘Celâlsiz bir cemâl’ halinden geliyor diyebileceğimiz dengesiz bir merhametlilikten kaçış hali… Ama diğer yönden de, savaşı arzulatabilecek ve de nefsâni hislerle savaşmaya izin verebilecek cemâlsiz bir celâl merhametsizliğinden korunma gayreti…
Merhum H.Yazır’ın: "Hak, kâfire dahi taalluk etse yine haktır... Kâfirin küfrü hukukuna tecavüzü mubah kılmaz." sözlerinde ifadesini bulan o hassasiyeti gözeten bir ruh halidir inananlardan istenilen.
Yani hep denge...
Ama o dengeli bakış açısını, bir mümini yaşantısının ‘geneli’, eserleri ve devrinin dertleriyle dertlenmesinden gelen samimî ‘çilekeşliğiyle’ değil de, sadece: “Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahî! / Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlahî ?” mısralarıyla nazarlara sunmakla, o müminin “isyankarlığına” hükmedilmesinde göremeyiz hiç. Çünkü yine aynı marazlı haldir hakim olan: “Bütüne muhatap olamamak”…
İktidarı elde edene dek mevlit ve kurbanlarla süslediği açılışları Cuma’ya denk getirip, gerektiğinde camide hutbe okuyan ve hafız dinleyen birisini bu gibi faaliyetleriyle ele almak suretiyle, modern hatta ‘örnek Müslüman’ olarak sunan zihniyetin yakalandığı marazlı haldir de bu aynı zamanda. İşte, aynı kişinin daha sonra iktidarda takındığı tavrını ve ‘ilhamını gökten aldığını iddia eden kitapları’ muhatap almamakla övünmesi gibi ‘faaliyetlerini’ es geçtiren bu hal; kimin kim olduğu ve kimin ‘aslında ne dediği’ gibi önemli meselelerde tamamen yanılgıya iter insanı.
Tıpkı Üstad Bediüzzaman Hz.nin, örneğin sadece “Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarîkata mensub bazı zâtların, tarîkata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek, hakaik-i imaniyenin neşrinde tenbellik ve lâkaydlık gösterdikleri münasebetiyle yazılmış.” notunu düştüğü ve devamında da, “Ve velayetin üç kısmını beyan edip, en mühim tarîkat olan velayet-i kübra, sırr-ı verasetle Sünnet-i Seniyeye ittiba' ve neşr-i hakaik-i imaniyede ihtimam olduğunu isbat eder. Ve tarîkatların en mühim gayesi ve faidesi ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-i imaniye, Risale-i Nur ile dahi olabildiğini ve Risale-i Nur'un eczaları o vazifeyi, tarîkat gibi fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor.” dediği yerdeki gibi, ya da: "Tarîkat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız Cennet'e giden pek çok, fakat imansız Cennet'e girecek yok. Onun için imana çalışmak zamanıdır." şeklindeki sözlerini ön plana çıkararak, Risale-i Nur’un ve Müellifinin tarikatlere muhalif, hatta muarız gibi yansıtılmasına (ya da öyle anlaşılmasına) sebep olunması gibi yanlışlıklar da, ‘parça-bütün’ ilişkisinin yitirilmesinin tipik bir neticesidir.
Üstelik aynı yanlışlığın bir neticesi olarak; hem de aynı konuda, aynı Üstad’ın, aslında tarikatin tarifini yaptığı ve hak tarikleri şüphelere ve iftiralara karşı savunurken, sırf akıl yoluyla hakikati talep etmenin sakıncasına dikkat çektiği bahisten de benzer bir hatayla farklı bir sonuca ulaşabilenler de mevcut olabiliyor. Sözgelimi, ilgili bahisten sadece: “Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir” cümlesini okumak da, yine tamamen ‘bütüncül’ bir bakış açısını yakalayamamanın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Üstelik de ulaşılan bu sonuca, aynı eserlerde: “Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur değiliz.” denilen yerdeki gibi; ya da tarikatlere zarar vermek isteyenlerin tarikatlere karşı kullandıkları ‘silahlarla’ Risale-i Nur hizmetine de hücum etmekle aldandıklarının belirtilmesiyle, bu aldanmanın nedenlerini izah edildiği: “Risale-i Nur'un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni ayn-ı lezzet-i sefihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatları ders vermek olduğundan, onların plânlarını inşâallah tam akîm bırakacak ve meslek-i Risale-i Nur ise tarîkatlara kıyas edilmez diye onları susturacak.” bahis gibi, veyahut da: “İ'lem Eyyühel-Aziz! Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur'andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım.” gibi –ve benzerî-, izahına bile pek gerek duyulmayacak pek çok bahsin mevcudiyetine rağmen, sadece bir bahse muhatap olunarak ulaşılmaktadır…
Bu ve benzerî örnekler bize, Risale-i Nur’un da ‘bütününe muhatap olmadan’ asla okunamayacağını; böyle bir durumda o tarz bir ‘okumanın’, bu eserlerin ifade ettiği hakikatleri görebilmede çok mühim bir engel teşkil edeceğini haber vermekte..
Son zamanlarda yeniden gündeme gelen ve Ehl-i Sünnet itikadı gibi bir ‘bütünün’, sırf Mâturidî-Hanefî ‘parçasına’ dikkat kesilmeye çabalıyor olmamızdan kaynaklanan ‘ehl- fetretin mahiyeti ve akibeti’ hakkındaki tartışmaları hatırlayacak olursak; İmam Gazalî gibi, Eş’arî-Şafii çizgisini tercih eden Üstad Hz.ne yöneltilen itirazların nedeninin de, -kasıt yoksa- tamamen parça-bütün ilişkisinin korunamamasından kaynaklandığı anlaşılmış olacak….
Yani O Hassas Mizan Gününde bile, bizi yaşantımızın bir kesiti ile değil de; bütün bir hayatın neticesine göre yargılayacak olan Adalet; bize özellikle bu konularda, bütüncül bir bakış açısını edinmemizin de dersini veriyor. Adaletli ve hakkaniyetli bakış açısını yakalayabilmemiz, işte bu dersteki performansımıza bağlı gibi.
Örnekler o kadar bol ki… Tarihe yönelik bütüncül bir bakış esas alınmadığı sürece, İslam Aleminin aksine ekonomik, kültürel ve dinî yayılımını savaşlarıyla gerçekleştirmiş ve tarihinde savaşsız bir on yıllık zaman dilimi görmeyip, Üstad’ın ifadesiyle de: “felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa”yı veya Batı’yı, genel söylemlerine ve ‘makyajlarına’ aldanarak ‘beyaz güvercin’ olarak görme gibi bir hastalık, hep devam edecektir. Ya da yine Batı’yı, Üstad’ın o tarifindeki: “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa” ibarelerinden ibaret gören ‘hayrancı’ bakış açısı, aynı sebeple yine devam edecek.
İşte böyle… ‘Parçaları bütüne perde kılma’ konusunda, başta İslamî kaynaklara olmak üzere; olaylara ve kişilere bakış açımızda veya enfüsî ve afakî alemlerimizde o denli ‘tam oturan’ örneğe sahibiz ki, örneklere devam ederek bu yazıyı birkaç ‘destan’ uzunluğuna eriştirmek, maalesef mümkün…
Velhasıl, “bütün” bir kez gözden kaçmaya görsün; parçalarla yetinildiği sürece, dengeli-muvazeneli ve adaletli-hakkaniyetli bakış açısını tutturmak da pek mümkün olamıyor.
Bu itibarla diyebiliriz ki; ‘bütüne muhatap olamamak’, insanları hiç de güzel bir âkibete götürmüyor!...