Tekfir, günahkâr müminlerin kâfir olduğuna hükmetme hastalığıdır. Bu çok hassas ve tehlikeli konuda, âlimlerimiz şöyle bir ölçü getirmişlerdir:
“İman, kalbin kabulü ve dilin ikrarıyla sabit olduğu gibi, küfür de kalbin reddi ve dilin bunu ifade etmesiyle tahakkuk eder.”
Buna göre, bir mümin, İslâm’ın ruhuna ters düşen bir takım davranışların içine girmişse onun kâfir olduğuna hemen hükmedemeyiz. Çünkü ne kalbine nüfuz edebilmiş, ne de dilinden İslâm’ı reddeden bir söz işitmişizdir.
Ehl-i sünnet itikadına göre, “Bir kişinin küfrüne doksan dokuz delil olsa, imanına ise bir tek delil bulunsa, bu tek delile göre hüküm vermek gerekir.”
Bu konuda Allah Resulünün (asm) şu hadis-i şerifi tüyler ürperticidir ve hepimizi azamî dikkate davet eder:
“Bir kişi diğerine kâfir dediğinde, o söz havada kalmaz. Eğer karşısındaki gerçekten kâfir ise söz ona ulaşır. Eğer değilse geri döner ve o sözü söyleyeni kâfir yapar.”
Bediüzzaman Hazretleri, bu konudaki hassasiyetini şu cümlelerle ifade eder:
“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün oluğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamda görse de, yine tevile çalışır. Onu tekfir etmez.”
Biz, yanlış yolda gidenlerin doğruya ulaşması için çalışan bir ıslahçı ve manevî hekim olmaya çalışmalıyız. Peygamber Efendimiz (asm) gibi şirke düşman olmalı ama müşriklere acımalı ve onları kurtarmaya çalışmalıyız. Aksi halde kimseye faydalı olamayacağımız gibi, kendimize de en büyük zararı vermiş oluruz.