“Mucizeler bir kere başladı mı bitmek bilmez.” (İbn-i Arabi)
Çoğunlukla garip ve tuhaf bir talihi vardır mühtedilerin: Birincisi, anlaşılır gibi görünmek ve fakat gerçekte hiç anlaşılmamak. İkincisi, İslamla olan ilişkilerini tasavvuf üzerinden kurmak. Yani İslam’ı tasavvuf üzerinden tanımak ve öylece benimsemek. Roger Garaudy, Rene Guenon (Abdülvahid Yahya), Necip Fazıl, Cemil Meriç, İsmet Özel. İhtida ettikleri dönemlerde bazı çevrelerce başlara taç edilir, kimi zaman “kanaat önderi” kimi zaman “biricik düşünce adamı” olarak göklere çıkarılır. Aradan belirli bir zaman geçer yine aynı çevreler sukuta kurban eder aynı kişileri. Her iki tutum da yanlış çünkü “her şeyin ifrat ve tefriti zarardır.”
Roger Garaudy, Otuz yıllık Marksist bir yaşamdan sonra islamdaki sosyal adaletin muhteşemliği karşısında teslimi silah ederek kelime-i şehadeti getirdi. Yine de asıl ilgisini çeken husus İslam tasavvufu oldu. Yaklaşık iki yıl önce hakka yürüdü, hayatta iken ölüme terkedilmişti zaten. Halbuki ilk ihtida ettiği dönemlerde kimi çevrelerce zamanın gerçek düşünürü olarak tavsif edilmişti.
Rene Guenon, “Yatay Ve Dikey Boyutların Sembolizmi” isimli eserinde Hint mistiğine karşın İslam tasavvufunu müdafaa eder. Onun karşısına İslam tasavvufunu yerleştirmeye çalışır. Ve ihtida etmesinde en büyük pay hiç kuşkusuz ki tasavvufa ait.
Necip Fazıl, Yedi güzel Adamın en güzeli, hepsinin üstadı ve piri, tek başına koca bir neslin edebi ve kültürel yükünü taşıyan bir sima. Bizim cenahta başta Sezai Karakoç olmak üzere eli kalem tutan her kabiliyetin arkasında onun emeği var. Dostoyevski bir konuşmasında “Hepimiz Gogol’un paltosunun altından çıktık” der. Bizimkilerin hepsi de Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu”sunun altından çıktı dersek yanlış olmaz. Bohem ve karanlık bir hayattan sonra “Tanrı Kulu” (A. Arvasi) ile karşılaşır ve bu karşılaşma hayatının dönüm noktası olur. Bizim camia tarafından yıllarca “sultanu şuara”, olarak takdir ve tebcil edilen üstat, hayatının son dönemlerini üzgün ve kırgın olarak geçirdi. Kendi yalnızlığına çekildi. Daha doğrusu kendi yalnızlığına çekilmek zorunda bırakıldı. Necip Fazıl’ın sadık bir tasavvuf savunucusu olduğu izahtan vareste. İhtida etmesinde en büyük pay daha doğrusu tek pay tasavvufun. Hatta üstat, tasavvufa olan bu aşırı muhabbetinden dolayı Seyyid Kutup ve Mevdudi gibi bazı simalara haksız ithamlarda bulunabilmiş. (Mesela Mevdudi’ye Merdudi demesi.)
Cemil Meriç, Seccadesi olmayan, İslam, Kur’an nedir bilmeyen seküler bir ortamda büyüdü. Hayatı, kendi ifadesiyle “gerçek bir trajedi”, ne sola yaranabildi ne sağa. “Hindi yazdım sağ dediler, Saint Simon’u yazdım sol dediler.” Ne sağ ne sol ikisi de gerçek manada benimsemedi onu. Ölünceye kadar arada, araf’ta kaldı. Fildişi kulesine çekildi. Daha doğrusu Fildişi Kulesine çekilmek zorunda bırakıldı. Meriç klasik manada bir tasavvuf muhibbi değildi belki ama tasavvufa olan meylini, sevgisini ve eğilimini, aylarını, yıllarını hatta rüyalarını Hint’de gömmekle telafi etmeye çalışır. Daha oryantal, daha uzak bir tasavvufu tercih eder üstat. “O kitaba harf harf hayatımı işledim. Dört yılım sayfa oldu. Hint rüyalarımla, hicranlarımla benim. Benim türbem. Bugün ziyaretçisi yok bu türbenin. Yarın olacak mı?”(Jurnal, I) Maalesef bugün de ziyaretçisi çok az bu türbenin.
İsmet Özel, bu mühtediler içinde en belirsizi, en müphem olanı o. İslami cenahın en can alıcı sabitelerde bile paradigma değişikliğine doğru gitmesi yani cepheyi terk etmesi asil tabiatlı şair ruhu tarafından affedilmesi imkansız bir yanlış olarak algılandı ve derin bir hayal kırıklığı içinde bocalamaya başladı. Halbuki ilk dönemler hiçte hak etmediği halde “müceddit” gibi bir paye biçilmişti kendisine. Ama sonra O’da manalı bir sukuta kurban gitti. Ve şimdiki trajik konumu erbabının malumu. İsmet’in İslam ile müşerref olmasında tasavvufun payı var mıdır? Kesin bir şey söylemek olanaksız. Ama son dönemlerde geldiği yer itibariyle İslam ile kurduğu ilişkinin pek sıhhatli, sahih ve sağlıklı olmadığı söylenebilir. İsterseniz üstat Meriç’i dinleyelim: “Sol, Nazım’a rakip diye alkışladığı Eskişehir’in bu kabiliyetli delikanlısını çoktan unuttu. Sağ hiçbir zaman benimsemedi onu.” Aslında Meriç, İsmet için bunları söylerken, belki de farkından olmayarak, kendi makus talihini de ele veriyordu.
Ve çağdaş bir dervişe olan Ayşe Şasa…
Ayşe Şasa’yla diğer bütün mühtedilerde olduğu gibi yukarıda bahsi geçen üniversite yıllarında tanıştım. Şizofrenik nöbetler halinde yaşanan hezeyanlar. Çok sancılı, netameli ve bir kadar da bereketli bir hayat. Son nefese kadar ateist olarak kalmayı tercih eden Kemal Tahir’in yanında geçen on yıllar. Ruh sıkıntısı ve ruh burkuntusu sonucu teneffüs amacıyla mutlak’ı arayış. Çünkü İrfansız insan korkar ölümden. Başta İsmet Özel ve Mustafa Kutlu olmak üzere İslami camiadan nice zevat ile görüşme. Uzun soluklu derin okumalar, İbn-i Arabi ile tanışma şifa bulup hidayet şerbetini içme, nihayet yaşayan bir mürşid-i kamil’e (Esad Coşan) intisap etme, ezeli sükun ve itminana erme. Cinnetten imana sıçrayışın hazin öyküsü.
Ayşe Şasa da muhtediler için saydığımız birinci madde tamamen geçersiz yani ölümüne kadar muhafazakar camia tarafından sevilmiş, sayılmış, himaye edilmiş ve kendisinden istifade edilmiş bir saygın bir kişilik. Yalnızlığa itilmedi, en yalnız olduğu zamanlarda bile yardımına koşuldu. Hem yanlış anlaşılmadı hem de yanlış anlaşılmaya mahal verecek ve sevenlerini zor duruma sokacak bir tavır içine girmedi. Ölümüne kadar net, sade, belli ve belirgin bir duruş ortaya koydu. Bunlar onun mümeyyiz vasıfları. Bütün bu üstün meziyetlerini o engin tevazusuna borçluydu bekli de. İkinci madde yani tasavvuf tesiri Necip Fazıl da olduğu gibi maksimum bir seviyede. Hatta ihtida etmesinde yine Necip Fazıl da olduğu gibi en büyük pay tasavvufa ait. İsterseniz biraz kendisinden dinleyelim:
…Tarih ve sosyoloji ölüm ve ötesi hakkında haber verebilir mi? Bütün ölçülerimi kaybedip, mahzun ve perişan oturduğum; bütün bildiklerimden şüpheye düştüğüm ve hiçbirinden yardım alamadığım bir gün. Tarih ve sosyoloji bana hiç yardımcı olmuyor. Toplum beni kaldırıp bir kenara atmış. Marksizm’in hiç gündeminde olmayan bir durumla karşı karşıyayım. İşte o sırada Hz. İbn-i Arabi’nin kitabını (Füsus-ul Hikem) açıyorum. Kitapta gözüme çarpan ilk ibarelerden biri o güzel hadis-i kudsi. Hazret naklediyor Allahtan: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim.” (Kenz hadisi) Bu bir davet. Allah bizi kendisini bilmeye çağırıyordu. Birdenbire kalbim aşka düştü. Bomboş olan kalbimde bir aşk peydah oldu. (Delilik Ülkesinden notlar, 153)
Ne anlamlı satırlar değil mi? Şasa’nın ihtida öyküsünün en dikkate değer olan tarafı burası bence. Tarih boyunca bazı Müslüman kesimlerce itilen, askıya alınan ve kimi zaman alay konusu yapılan tasavvuf ve onun gözde bir temsilcisi (İbn-i Arabi) çağdaş ve modern dönemlerde materyalizm dehlizleri içinde kaybolan şaşkın ve bahtsız bir insana rehber olup onun hidayetle buluşmasına vesile oluyor. Yani bazı çevrelerce haksız ve hukuksuz bir şekilde “şeyhi ekfer” olarak tesmiye edilen bir zatın kitabı kendisinden yüzyıllar sonra gelen uyanık ve sancılı zekaların hidayet pınarı oluyor. Burası üzerinde ehemmiyetle durulması gereken hayati bir husus. Hz. Piri Mevlana da aynı talihsizliğe maruz kaldı. Sadece bu husus değil çağdaş dönemdeki bütün entelektüel ihtida hareketlerinin altında tasavvufun var alması bir rastlantı olmasa gerek. Bahusus modern zamanlarda tasavvufa karşı negatif bir tutum içerisinde bulunan bazı intelijansiya’nın bu husus üzerinde daha bir dikkat ve teenniyle eğilmesi ve önyargılarını gözden geçirmesi gerekiyor. Ve ne ilginçtir! Son dönemlerde üzerinde en çok konuşulan ve çoğu ilahiyatçı tarafından tereddütsüzce uydurma kabul edilen meşhur “kenz hadisi” dikkatini çekiyor çilekeş Şasa’nın. Ve marifet sarayının içine bu kutsi hadis ile giriş yapıyor. Anlaşılan ateizm ile sufizm arasında görünmeyen ince bir çizgi var.
…Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti… Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan; bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir… Ben bu marazi hali, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım… Allah hepimizi ve özellikle genç nesilleri böylesi azaplardan esirgesin! …Elhamdülillah şimdi şu eski koltuklarda oturuyorum ve gücümün yettiğince tefekkür ediyorum. Çimenlerin üzerine seccademi serip şükür namazı kılıyorum. Bu benim geçmişe doğru yolculuğum, geçmişe dönük hayalim. (Bir Ruh Macerası)
Varoluşuna sahih bir neden bulamamak… Kim olduğunu, kimin olduğunu, neci olduğunu, dünya denilen bu gurbet diyarında ne aradığını, ne yaptığını veya ne yapması gerektiğini bilememek. Allahtan kopuk, şaşkın, hedefsiz ve pusulasız bir yaşam. Dipsizlik çölünde Allahtan gafil geçen nice yıllar, nice ömürler: Albert Camus, Sartre, Nazım Hikmet, Kerim Sadi, Kemal Tahir… Hepsi aynı feci akıbetin kurbanları.
Ayşe Şasa tam da burada özellikle Kemal Tahir’le ilgili çok enteresan ve manidar bir vak’a anlatır: Kemal Tahir hayatının sonlarına doğru kansere yakalanır, ne kadar teselli etmeye çalışsam kar etmiyor. Kemal Tahir’in büyük değer verdiği tarih ve sosyoloji bilimi o anda ölüm karşısında ona hiç yardımcı olmuyor. Ölüme karşı bir çözüm, bir öneri getirememek… Çünkü ateistler için ölüm ötesinin olmayışı çok korkunç bir şeydir. Bazı sofralarda bazı yemeklerde Kemal Tahir, “Yahu çocuklar öldüğümüz zaman bu birikim kaybolacak, kültürümüz, düşüncemiz, her şey kaybolacak, yok olacağız. Bu dehşet verici bir şey!” demişti. (Bir Ruh Macerası, 104-105)
Son olarak Ayşe Şasa’ya Allahtan rahmet dilerken iki önemli eseri, bir ermişin hayatını anlatan ipek kanatlı sayfalar olan “Delilik Ülkesinden notlar”, ile “Bir Ruh Macerasını” mutlaka bulup okumanızı hararetle tavsiye ederim. Okuyun ki elinizdeki iman hazinesinin kıymetini anlayasınız.