İbn-i Haldun Mukaddime’sinde önemli bir hatırlatma yapar: “İnsanlar, zamanın akışıyla birlikte bütün tarihi şartların değiştiğini unutmamalıdır”
Muhakemat’da paralel bir cümle ise şöyledir: “Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır.”
Siyaset, zamanın akışından etkilenen alanların başında gelir.
Çok denklemli bir sanat olan siyaset, değişimden sür’atle etkilenir.
Siyasal arenada birbiri ile kavga eden taraflar menfaatleri kesiştiği an kolaylıkla barışabilirler.
Dolayısıyla hak ve hakikat siyasal denklemler üzerine inşa edilemez.
Hakikatin üzerine inşa edilemeyeceği ikinci bir alan ise “ideoloji”dir.
Fransız düşünür Althusser, ideolojinin toplumsal hayatı her zaman ve her aşamada etkilediğini söyler.
Doğrudur: toplumsal pratik ile ideoloji daima iç içedir.
Hakikati yumuşak karnından vuracak üçüncü bir tehlike var: “etnisite”.
“Zevk-i nefsanî ve gafletkârâne lezzet” (26. Mektup) gibi iki tehlikeli kaynak etnisitenin varlığına güç katar…
Dessas Avrupa zalimleri, etnisitenin ürünü olan kendi harabatları yetmiyormuş gibi aynı tehlikeyi İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırdılar.
Bilinçaltında Darwin, Maltus, Gobinea’nun ırkçı zehrini barındıran batı, Hitler, Stalin ve Miloseviç ile bunu pratize etti.
Muhammed İkbal, der ki: “Frenk meyhanesinde tecelli vardır, lakin Musa bulunmaz. Orada alev vardır, İbrahim’i göremezsin. Orada pervasız akıl, aşkın malı ne varsa alıp götürür…”
İletişim çağında hakikati perdeleyen dördüncü bir tehlike ise “popüler kültür”dür.
Popüler kültür, kitle kültürünün somut şeklidir.
Kitle kültürü tekelci kapitalizmin hem mal hem de imajlar satışını yapan, uluslar arası pazarın değişmelerine ve ihtiyaçlarına göre biçimlenip değişen, önceden yapılmış, önceden kesilip biçilmiş, paketlenip sunulmuş bir kültürdür.
Para, siyaset, medya vb. araçlar bu kültürün paketlendiği alanlardır.
İmdi, Risale-i Nur talebesi dünyaya temas ederken, bu dört alan ve benzeri tehlikelere dikkat etmelidir.
Temasa karşı “zihni istinkâf” önemlidir.
Hedef, hariçteki “olayların, şahısların ve metinlerin” çekim merkezlerine kapılmamaktır.
Çünkü: “Cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.” (Meyve Risalesi)
Nur talebesinin zihni, olaylar karşısında edilgen değil etkendir.
Nur talebeleri süreçlerin alıcısı değil vericisidir.
Seküler ve profan bir anlam üzerine var edilen modern zihniyet, nur talebesinin içsel kutsalına müdahale etmeye yol bulamamalıdır.
Siyasetin kirli propagandası nefislerimizi cendereye almamalı!
Akılların tutulduğu kör ideolojiler rotamızı çizmemeli.
Irkçılığın ezici baskıları bize boyun eğdirmemeli.
Yani camlar, elmasları ezmemeli!
Nur’un itikadi metinleri ve lahikalar, bu anlamda derde çare reçeteler sunmaktadır.
Bugün ümmetin yetim kavmi olan Kürtlerin hakkı canavar siyasetin, kör ideolojinin ve lanetlenmiş ırkçılığın kurbanı edilmiştir tamam…
Lakin ben daha büyük bir tehlike seziyorum.
Nur talebesi “siyasi, ideolojik ve ırkçı” ağız ile konuşmamalı!
Güncele indirgiyorum:
İmralı ile görüşme trafiği hızlandı.
Dün kavga edenler bugün birbirleri ile görüşebiliyor.
Yarın ileri düzeyde temaslar ortaya çıkabilir, mutabakatlar sağlanabilir.
Alan memnun satan memnun…
Peki ya biz!
Biz bu ümmeti sahil-i selamete çıkaracak olan geminin hademeleri değil miydik?
Üstadımız, “dünyaya karşı meydan okuyan hakikat kahramanları” olarak bizlerle övünmüyor muydu?
Dar-ı bekaya vasıl olduğumuzda, Allah’a ve peygambere “nurcu” olarak verecek hesabımız yok mu?
Üstada verdiğimiz “hizmet” sözünü ne derece yerine getirebiliyoruz?
Heyecanlarımızın ve aşklarımızın adresi ırk mı, ideoloji mi, siyaset mi, yoksa hizmet mi?
Nihai soru: Üstadın kavmiyeti üzerinde yapılan tartışmalarda nefsimizle imtihan edildiğimizin farkında mıyız?