“Bugünün dünyasında insanlar her şeyin karşılığını almak istiyor. Bunun kelimesi kelimesine maddi bir karşılık olması gerekmiyor. Ahlaklı bir davranış gösteren kişi de ahlaklı olarak tanınmak istiyor. Modern insanın bakış açısı bu. Bunun nedeni maneviyat eksikliği.” [Tarkovski, 1980]
Genellikle iki kavramı karıştırıyoruz birbirine. “Yarar” [kemmiyet] ile “değer” [keyfiyet] kavramlarını. Yaşama bakışımızı şekillendiren bu iki kavram. Bazen “değer”i “yarar” yerine “yarar”ı “değer” yerine kullanabiliyoruz, gelişigüzel. Ama büyük bir hata bu. Hatanın ötesinde derin bir gaflet. Bütün ihtilaf ve ayrışmalar kavramlarda başlar ilk önce. Aynı şekilde bütün ittifak ve bütünleşmeler de öyle. Bu günlerde, gözde bir entelektüel/filozofun yardımıyla bu iki kavram ile hayat arasındaki ilişki üzerine kafa yoruyorum. Hayatı bu iki ana kavram üzerinden okumak biraz zahmetli ama çok verimli tefekkür meyvelerini netice veriyor.
“Yarar” dışsaldır, dışımızdadır, afaktır. “Değer” içseldir, içimizdedir, enfüstur. Özümüzdür. Özlediğimizdir. Özge-lediğimizdir. “Yarar”, daha ziyade önemli, faydalı, cismani, toplumsal, maddi ve dünyevi olanı temsil eden veya bunlara tekabül eden merkezi bir kavram. “Değer” ise tam tersine manevi, uhrevi, ruhani, insani ve bireysel olanı temsil eden veya bunlara tekabül eden merkezi bir kavram. Sözgelimi, cinsellik “yarar” iken aşk “değer”dir. İlim “yarar” iken irfan “değer”dir. Kalkınma “yarar” iken adalet “değer”dir. Ameller “yarar” iken ihlas “değer”dir. [Onun için merhum Hulusi Yahyagil “ihlas, içinde halk olmayandır” derdi.] Beklenti “yarar” iken beklentisizlik [hasbilik] “değer”dir.
‘Yararlı olan’ın ardına düşenler daha çok geçim sıkıntısı çekerken ‘değerli olan’ı kendisine dert edinenler daha çok can sıkıntısı çekerler. “Yarar”ı merkeze alarak yola çıkanların en birincil hedefi “başarı”ya ulaşmaktır çünkü “başarı” yararlı olanın nihai karşılığıdır. “Değer”i merkeze alarak yola çıkanların en birincil hedefi mutluluğa ulaşmaktır çünkü mutluluk, ‘değerli olan’ın nihai karşılığıdır. Modernlik, Yarar Felsefesi üzerine inşa edildiği için müntesiplerine minnacık bir mutluluğu bile bahşedemiyor. Modernlik, bütün türevleriyle ‘yararlı olan’ın çocuğu, ‘değerli olan’ın değil. Bundan dolayı modernliğin mucidi bir filozof “başarılıyım, o halde varım” demişti. Diğer birinin sözü şöyle “kazanıyorum o halde varım.” Varlık amacını ‘yararlı olan’a [değersize] bağlamak, işte modernliğin bütün o cafcaflı hikayesi bundan ibaret. Modernlik, başarılı bir yaşam sunabilir ama mutlu bir yaşamı asla!
İnsan yaşamı kelimenin en yalın haliyle bir trajedi. Dikkat buyurun dram değil, trajedi. Yaşamı en anlamlı biçimde hulasa eden kavram trajedi çünkü. Dram da genellikle “mutlu son”lar vardır. Bunlar dramın içindeki acıyı siler, unutturur. Trajedi de “mutlu son”lar yoktur. Trajedi “son”suzdur, sonuçsuzdur ve sonuç alınamayandır. Acı, bütün çıplaklığıyla ortadadır. İnsan, elinde olmayarak bu yaşama gözlerini açıyor ve yine elinde olmayarak bu yaşama kapatıyor gözlerini. Bu, eğitimli bir gözle bakınca çırılçıplak bir trajedidir. İnançlar, kimlikler ve ideolojiler bu trajediyi örter, görmezlikten gelir veya trajik olanı komik olana çevirmeye çalışır. Buna rağmen yaşamın en diplerinden o trajedi devam eder akmaya. Ne ki bu çarelerin hepsi öznel iken trajedinin kendisi nesneldir. Sanat bu ‘trajik olan’ın çocuğu.
Onun için ateist ermiş Nietzsche “Musikinin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu” [Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik, 1872] diyordu. Trajedi’nin anavatanı Batı. Dram’ın ise Doğu. Bu anlamda Batı’nın tarihi bir trajediler tarihi iken Doğu’nun tarihi bir dramlar tarihidir. Dramlar tarihi, yani sonu malum olan masallar tarihi. Gerçek bilgelik, yaşamdaki bu trajedi ile sahici bir biçimde yüzleşmekle başlar.
“Bizler kemali yaşamak ve cemali seyretmek için gönderildik bu dünyaya” der sufiler. Kemali, yani adil ve mükemmel olanı yaşamak ile; cemali, yani yaşamdaki bütün güzellikleri seyretmek için. Yani, “nihayetsiz cemalde bir kemal ile nihayetsiz kemalde bir cemali” görmek ve yaşamak için. Yani, ‘yararlı olan’ı değil, ‘değerli olan’ı bulmak, görmek ve yaşamak için. Aristo “ilimlerin en değerlisi metafiziktir çünkü en yararsız [faydasız] olanıdır” diyor. En değerli olan en yararsız olan; en yararlı olan en değersiz olandır. Bu yüzden Felsefe “bilgelik sevgisi” olarak tarif edilir. Bilgeliği sevmek yararsızdır [yani maddi herhangi bir getirisi yoktur] ama çok değerlidir.
Hayatın engiztansiyel [varoluşsal] sorunları üzerine kafa yormak, varlık sancısı çekmek hakikati [değerli olanı] kendisine dert edinmek ve her daim onun izini sürmek “yarar”sızdır ama çok “değerli”dir. “Kimlik-kişilik-kendilik” üçgeninde en değerlisi “kendilik” olduğu halde en yararsızı ve faydasızı yine odur. “Yarar”ın müşterisi milyonlar iken “değer”in müşterisi bir elin parmakları kadar az. “Değer”in gerçek karşılığı toplumda değil bireydedir çünkü. Günümüz modern dindarlığın da en büyük sorunu ‘değerli olan’ı bırakıp ‘yararlı olan’ın peşine düşmek değil mi? Kısacası yazının girizgahında efsanevi yönetmen Tarkovski’nin de işaret ettiği üzere ‘yararlı olan’ ile ‘değerli olan’ [ihlas] arasındaki kapatılması olanaksız farkı anladığımız gün her şeyi anlamış olacağız.