Geçtiğimiz günlerde, RisaleHaber'in konuyu haberleştirip sunmasıyla, Yıldız Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Caner Taslaman'ın Bediüzzaman'ı 'beğendiğini', 'takdir ettiğini' ama eserlerinde naklettiği iki hadis konusunda kendisine 'katılmadığını' öğrenmiş olduk. Bunlardan bir tanesine ('levlake levlak...' bahsine) çeşitli isimler tarafından yeterli cevaplar verildiğinden, ben, çok da üzerinde durulmayan ikincisi hakkında birşeyler karalamak istiyorum. Lakin öncelikle şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Nur talebelerinin bir konuda daha uyanık olması lazım. Bediüzzaman'ı beğenmek gittiği yolu beğenmektir. Gittiği yolu beğenenin ancak Bediüzzaman'ı beğendiğine inanılır. Gittiği yolu beğenmeden ona duyulacak bir muhabbet, belki kulağa hoş gelir amma, hakikatte hiçbir anlam ifade etmez. Bu tıpkı, rafızîlerin Hz. Ali'nin (r.a.) şahsına duydukları muhabbetle, hristiyanların Hz. İsa'nın (a.s.) şahsına yaptıkları övgü gibidir. İkisi de necat vermez.
"Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez. İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder."
Bizim de Bediüzzaman'ın 'şahsına' duyulan muhabbetle 'yoluna' duyulan muhabbeti birbirinden ayırmamız lazım. Yoluna duyulan muhabbetten kastımız elbette ehl-i sünnet ve'l-cemaatin yoluna duyulacak bir muhabbettir. Eğer böyle bir muhabbet sözkonusu değilse, şahsına duyulacak bir muhabbet, en merhametli ifadesiyle faydasız, en yalın ifadesiyle yalandır. Çünkü o muhabbet arzu ettiğimiz türden bir muhabbet değildir. Geçmişte de, bir zaman Bediüzzaman'a muhabbetini ifade eden, ancak daha sonra ehl-i sünnet ve'l-cemaate (ve dolayısıyla Risale-i Nur mesleğine) saldıran birçok isimle karşılaştığımız malumdur. Yaşar Nuri Öztürk'ün veya Mustafa İslamoğlu'nun mazisini bilenler bu sözlerime hak verirler.
Şimdi, gelelim Caner Taslaman'ın itiraz ettiği hadise. Bu hadis, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği rivayetlerden birisi. Önce o kısmı alıntılayalım: "Altıncı çocuk: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat' edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm 'Allahım, onun yerden izini kes!' demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş." Caner Taslaman bu rivayetin 'uydurma olduğunu düşündüğünü' ifade ediyor. Bizse, Söz Basım'ın Mektubat baskısında, ilgili hadisin altına not düşülen şöyle bir kaynak bilgisine rastlıyoruz: Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:137; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663.
Demek ki; Caner Taslaman'ın mezkûr hadisi inkârı (Ah, yoksa 'katılmaması' mı demeliydim?) hadis kaynaklarında bulamamaktan veya hadis ilmine dair bir endişeden kaynaklanmıyor. Ya? Hadisin kendisine 'mantıklı' görünmemesinden kaynaklanıyor. Peki, nedir bu hadisi mantıksız kılan? Caner Taslaman'ın bu yöndeki ifadelerini okumadığımdan tahminde bulunayım: "Ümmetine bu derece şefkatli bir Resul-i Ekrem aleyhissalatuvesselam hiç sırf namazına zarar verdi diye bir çocuğa beddua eder mi? Hem Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a.) ile ilgili anlatılan rivayetler, onun, namazda rahatsız eden çocuklara çok şefkatli davrandığını göstermiyor mu? O halde bu tavır da neyin nesidir? Bu hadis, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şefkatiyle bağdaşmayacağından 'uydurma' olduğunu söylemek daha doğrudur."
Acele etmeyin. Tartışmayı buradan göğüslerseniz müzakereye yanlış bir noktadan başlamış olursunuz. İlk olarak sorgulamamız gereken aslında şudur: İslam bizi sadece modern aklın kabul ettiği şeylere mi iman etmeye yönlendirir? Öyle ya! Kur'an'da ve hadis-i şeriflerde modern aklın basmayacağı birçok mucizeden de bahsedilmektedir. Hz. İsa'nın (a.s.) babasız dünyaya gelmesi, Hz. Yakub'un (a.s.) gözlerinin Hz. Yusuf'un (a.s.) gömleğiyle açılması, Hz. Musa'nın (a.s.) asâsının yılana dönüşmesi... Sayamayacağımız kadar çok mucizenin haberi bize nakille gelmektedir ve biz bugün modern akılla 'nasıllığını' anlayamadığımız bu şeylere iman etmekle mükellefiz. Çünkü, en başta, 'aklımızın kavrayamayacağı şeyleri dahi yaratmaya gücü yetecek' bir Allah'a iman etmişiz. O halde, aklı ve kalbi doğru çalışan bir mü'minin sorması gereken bu olmalıdır: Bu haberler kat'i midir? Eğer işin nakil boyutu kat'ilik ifade ediyorsa, aklımız kesmese de, öyle olduğuna iman ederiz.
Hiç mi 'nasıllığını' anlamaya çalışmayız? Hayır, çalışırız. Hatta Bediüzzaman'ın 20. Söz'de peygamber mucizeleri ve teknoloji arasında kurduğu 'teşvik' ilgisi, bu mucizelerin Kur'an'da ve sünnette yeralmasının bir hikmetinin de 'onlara yetişmeye çalışmak' olduğunu bize öğretir. Nitekim, bugün varlıklarını normal bulduğumuz nice buluş ve keşif, öyle birşeyin varolabileceğini aklımıza/hayalimize düşüren mucizeler sayesinde varolabilmiştir. Zira insanoğlu benzerini görmediği şeyi hayal edemez. Hayali haline gelmemiş şeylere ulaşamaz. Hülasa, demem o ki: Normal bir mü'minin aklı, nakil kat'i olduğunda, aklını o kat'i haberi 'cerh etmeye' değil 'anlayabilmeye' kullanır. Marifet ve hikmet yürüyüşü de zaten en özet haliyle budur.
Şimdi, asıl konumuza geri dönelim ve şu sorularla yüzleşelim: Cenab-ı Hak, bu kainatta, çocuklara da acı çektirmekte midir? Elcevap: Evet, çektirmektedir. Sakat bırakabilmekte midir? Elcevap: Evet, bırakabilmektedir. Öldürmekte midir? Elcevap: Evet, öldürebilmektedir. Medyada her gün (maalesef) görebildiğimiz şeylerdir bunlar. Peki, sırf yaşananların (görünürdeki) çirkinliğine ve Allah'ın nihayetsiz cemaline bakarak 'bunu ondan başkasının yaptığını' veya 'onun asla böyle şeyler yapmayacağını' söylemek ne kadar doğru olur? Tevhide ve "Ölümü de hayatı da yaratan odur!" ayetine iman eden hiçbir mü'min böyle birşeyi aklının geçirmez. O halde, Rahman ve Rahim bildiği Allah'ın tasarrufunda böyle şeyler gerçekleşince nasıl düşünür mü'min?
"Olmaz öyle şey!" deyip çocukları Allah'ın öldürdüğünü inkâr mı eder? Bu noktadan hareketle tevhidi terkedip 'ölümlerden/acılardan sorumlu' ikinci bir ilaha mı inanmaya başlar? Yoksa, Allah'ın Hakîm ve Âdil isimlerini de hesaba katıp 'bu işin bir hikmeti olabileceğini' mi tefekkür eder? Ben sonuncusunu seçiyorum.
Sonuncuyu seçmediğinizde, tıpkı mecusilerde olduğu gibi, iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı diye ikili bir yalan kurgulayabilirsiniz. Yahut da mutezilede olduğu gibi 'şerrin yaratılışını kula verip' tevhid akidenize büyük bir zarar verebilirsiniz. Peki, çare nedir? İki vartadan kurtulmanın da çaresi 'anlamaya çalışmak'tır. Allah'ın rahmetini olayların sadece zâhirinde değil içyüzlerinde ve arkalarında da araştırmaktır. Tenzih adına tevhide zarar vermek değil; tenzihi, tevhidi doğrular bir şekilde anlamaktır:
"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı."
Caner Taslaman'ın da mezkûr hadiste yaşadığı sorun budur: O, güya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı 'çocuklara beddua etmekten' tenzih ederken, aslında hadis ilminin 'sahihlik kıstaslarını' görmezden gelmektedir. Mutezile nasıl 'güya tenzih için' tevhid akidesine zarar vermekteyse, Caner Taslaman da, 'güya tenzih için' hadis ilminin üzerine kurulu olduğu sisteme zarar vermektedir.
Bu gemide açılacak en küçük bir delik bile küçük görülmemelidir. Bugün sırf aklı kesmiyor diye sahih bir hadisi inkâr edebilen, yarın yine aklı kesmediğinde, Hz. İsa'nın (a.s.) babasız doğmasını inkâr edebilir. Hatta kader gibi, melekler gibi, ahiret gibi, varlığını beş duyu organımızla algılayamadığımız akaid-i imaniyede inkâra cüret edebilir. Devası nedir bu vartanın? Devası 'anlamaya çalışmak'tır.
Üstelik yine mağduru(!) çocuk olan bir hâdise, Kur'an'da, Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssası içinde bizi bulmaktadır. "Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: 'Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.'" (Kehf, 74) Kıssanın devamında Hz. Hızır (a.s.) bu öldürüşün hikmetini açıklar: "Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik." (Kehf, 80-81)
Şimdi, sözde Kur'an'a pek düşkün bir 'Prof. Dr.' olarak Caner Taslaman'dan beklenen, aklına yatmayanı hemen inkâr etmesi midir? Yoksa azıcık 'anlamaya çalışması' mıdır? Anlamaya çalışıldığında, tıpkı yukarıda Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssasında bize öğütlendiği gibi, pekçok şeyin hikmeti anlaşılabilir. Allah Resulü aleyhisselatuvesselamın o çocuğun ahlakında/geleceğinde ne gördüğünü, Hz. Hızır (a.s.) gibi nasıl bir endişe duyduğunu bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Eğer hadis ilminin kıstaslarına göre bir haber kat'iyse mutlaka bir hikmeti vardır: "Dedi ki: 'Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin.' (Böyleyken) 'Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?'" (Kehf, 67-68). Caner Taslaman'ı da Hz. Hızır ve Musa (a.s.) örneğinin öğütlediği şekilde 'anlamak için gerekli olan sabra' ve 'içyüzü öğrenme gayretine' davet ediyoruz.