Bediüzzaman, bir olumsuz kahraman, kötü adam icad eder. O adam mahlukata rab olmak istediğini söyler ve rastladıklarına iddiasını tekrarlar. Bunlardan biri yeryüzü yani Küre-i Arzdır. Ona serseri ve başıboş olduğunu söyler, o da sinirlenir ve hak namına hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadayla cevap verir.
Bu kelimeler Bediüzzaman’ın nasıl küfre karşı hassas olduğunu gösteriyor. Küreyi arzı bir tiyatro artisi gibi konuşturur. Kainat tiyatrosunun en hazırlıklı varlığıdır, nasıl yaratılmıştır, sayısız canlı ve olay birbiri içinde bir dünya inşa edilmiş, bu kadar şeyi yerli yerine koymak. Sonra ona sayılmaz görevler yüklemek, hakikaten küreyi arz nasıl terkib edilmiş, insan aklı bunun içinden çıkamaz.
İlim de en uydurma senaryoyu yazmış; dünya güneşten kopmuş sonra işte orada durmuş... Kopukların masalı bu. Hala herkes bu masalı okutuyor, bir tane adam gibi adam bu masalın yerine realist mantıklı ilahi bir anlatım koyamadı. Ders saatlerini değiştirmek ile meşgul milli eğitim yıllardır.
Yeryüzü mantıksız inkar avcısına konuşmaya devam eder. “Halt etme" der. Ya ne desin? Biz o haltı hala işliyoruz. “Ben nasıl serseri sahipsiz olabilirim“ der. Yeryüzü elbisesinden bahseder Bediüzzaman. Elbise kelimesini oraya koymuş, benim elbisemin neresi hikmetsiz ve sanatsız ki? Sanat ve Hikmet, Bediüzzaman’ın her zaman bakışının iki öznesi. Dört dörtlük sanatçı Bediüzzaman. Şu yeryüzünün elbisesinde sanatsız ve hikmetsiz ne var ki, herşey gayet dikkatli ve geometrik sanatlı ve hepsinin yaratılış nedeni var ve o nedene göre de görevini ifa ediyor.
Bu seyyah bir senede yirmi beşbin senelik bir caddede dolaşıyor. Bir düşün yirmibeşbin senelik bir mesafede dolaşıyor her dolaştığı yerde iş yapıyor. Allah demeyip ne diyelim? Hem de tam bir denge ve hikmetle her mevsimde yapacağı iş farklı. Baharı getiriyor, önümüze koyuyor bir sofra-yı ilahi. Sonra yazı getiriyor. Bize yazın verdiklerini yaz yaz bitmez. Sonra yorulup soyunuyor elbiselerinden, "biraz da ben dinleneyim" diyor. Arkasından başına beyaz kefenini giyip "muvakkaten ölüyorum baharda buluşuruz" diyor. Yeeyüzü de büyük bir insan.
O yirmi beşbin senelik yolu kim denetleyebilir? Hangi trafik polisi? Secdeden başka işimiz yok. Bu Arzın kardeşleri var, diğer gezeğenler. Gidip liselerde bunu anlatmazsak namerdiz, anlatamıyorsak bizim tenbelliğimizden. Yavuz hilafeti mektupla alabilir miydi? Büyük bir ruh ve cengaver. Onu ancak "bu işi sen yaparsın" denerek ona verdiler. O mesafeyi baideden buraya gelirken ne kadar mutlu idi. İstanbul'da saraya girmez, gece vakti girer. Niye böyle yaptıklarını sorarlar. “Ya bana da bir gurur gelirse" demiş. O büyük ruh.
Bediüzzaman burada bir kelime kullanır hatta imaj, çünkü çok sanatlı. Cazibe-i Rahmet. Yani gezegenler birbirine rahmetin cazibesi ile bağlı. Koca ağırlığı ayakta direksiz tutuyor bir de yetmiyor onun en faydalı noktasında durduruyor. Bunu nasıl anlayalım? Masal ise şöyle der: Gitmiş orda durmuş, itme gücü, bir de çekme gücü varmış ikisi bir yerde tutarlar onu! Bayağı düşünülmüş bir fantastik masal. Kim yazmışsa bu masalı oku oku bitmiyor.
Koca kütleyi en ideal ve faydalı noktada tutmak! Tutmak kelimesi birinin eliyle bir şeyi tutması ama boşlukta duran bir şeyi en ideal noktada tutmak. Tutulan bir şey yok ki, tutuluyor işte. Kelimeler üzerine düşünmek gerekiyor değil mi şu küçücük parçada açılması gereken ne kadar mana dağları var.
Güneş gezegenlerin imamı diğerleri de ceamaat birlikte dolaşıp bizim yaşamamızı sağlıyorlar. Yazmak kolay ama idrak mümkün mü? Bu arz içindeki olayları terbiye eden, birbirine müdahale etmeden yapan Allah. Başka kim onun Rab ünvanını alabilir ki. Yeryüzü o sahte adama kızar.
“Ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve câzibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyârât yıldızları ona bağlayacak ve kemâl-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rubûbiyet dâvâ et. Yoksa, haydi cehennem ol, git! Benim işim var; vazifeme gidiyorum.”