Cazibe ile dini hayatın romantik tahassüsünü ilk hisseden adamlar tarikatların büyük meşayih-i kiramı, Nakşibendi Hazretleri, Rifai Hazretleri, Cenab-ı Mevlana hazretleri. Her tarikatta da cazibenin insandaki manevi ülkeleri ve ilkeleri nasıl harekete geçirdiği tarikat fiillerine yansıtılmış. İnsanın günahlarla paslanmış günlük hayatını, adeta zımparaya sürtünen demir gibi parlatan Hazreti Mevlana’nın semaıdır. Nasıl güneşin etrafında pervane ise dünya ve sair gezegenler, koşuyor ve hayat bu ulvi koşma ile hayat olmakta devam ediyor. Bütün mahlukatın hayatını bu dünya ve güneşin semaı devam ettiriyor.
Cenab-ı Hazret-i Mevlana hazretleri bu semavi raksı ve dansı hissetmiş ve tarikatının fiilini onun üzerine kurmuş. Ne imaj, ne aşk, ne anlayış helal sana binlerce helal. Erdoğan’a dargınım. Şu liselere Mevlevi dersi koyduracak bir Mevlevi hayranın yok mu yoksa ben geleyim. Okullar aşk-ı ilahi ile şenlensin. Ömrümüz geldi gitti, hareketsiz ruhlar ile cennet ve huriler ile mi mutlu olalım? "Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem" diyen adamın talebeleri dünya ile meşbu mu olsun?
Sonunda Akif gibi;
"Ne bana yaradı cismim ne yara yar oldu, İlahi bu bir avuç türabı neyleyeyim?"
Bak neler söylüyor Üstad ve hakikat semaına kalkmış talebeleri:
"Şemsin, yerinde, Mevlevi-vari yaptığı semavi hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlit etmek içindir, kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek şemsin mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa yıldızlar düşerler.”
Eğer ruhlarında donmuş bir bedenle ubudiyetleri onları yükseltir mi yoksa yaptım oldu mu olur?
Bediüzzaman bu semaı semadan örnekle tamamlar.
"Evet, güneş bir meyvedardır, silkinir, ta düşmesin seyyar olan yemişleri.
Eğer sükunuyla sükunet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları."
Adam olmanın yolu gezegenler gibi meczub olmak mı? Koy desinler bize deli usludan yeğdir delimiz.
Aşağıdaki cümlede cazibenin hülasasını yapıyor, inan bir kelimede bir okyanus gizleyen taşıran adam Bediüzzaman.
"Ey insanlar! Güneşin zahiri hareketiyle hakiki sükununa ve arzın zahiri sükunuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, (bunları hissedin diyor ama herkes hissedemez de diyor) bu gibi harika şeylerden Cenab-ı Hakkın herşeye kadir olduğunu anlayasınız" deseydi, delil, müddeadan binlerce derece daha hafi, daha müşkül olurdu. Halbuki, delilin müddeadan daha hafi olması, makam-ı istidlale uymaz. Maahaza, onların hissiyatına imale edilen ayetler kinaye kabilinden olup, ifade ettikleri zahiri manaları sıdk veya kizbe medar olamaz. Evet, görmüyor musun'deki hiffeti ifade ediyor? Aslı olsun olsun, ne olursa olsun, bize taalluk etmez.”
Aşağıdaki cümleye bir kitap yazılsa yeridir, anlasak yazardık. Şu cümledeki manaların birbirini iter şekilde tanzimi ve sonucun son cümlede cazibede bağlanması benim küçük idrakime göre değil anlayan beri gelsin. Risalelerin en zor kelimelerinden biri itkan, burada itkan-ı kemal-ı sanat, bir yerde de itkan diye geçiyor. Ne demek itkan-ı kemal-i sanat?
“Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi, hem bir şuur-u küllî verilmek lâzımdı; hem de bizzarure eserde itkan-ı kemal-i san’at muhtelif olacaktı. Halbuki, en âdiden en âliye, en küçükten en büyüğe itkan; derece-i kemalde, mahiyetin kameti nispetindedir. Demek Müessir-i Hakikîden bazı karîb, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemâl, cebr-i nefy, ihtiyarı ispat eder.
Câ-yı dikkattir ki: Cüz’î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahiy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san’atı bir petek hüceyrat şehri, bir nar ve gülnardan intizamca geridir. Demek kâinattaki câzibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa, cüz-ü lâyetecezzâdaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.”
Kelimelere dalmadan mana ummanlarında boğulmadan Bediüzzaman anlaşılmaz. Bir Cazibe kelimesi etrafında dokuduğu fiziki, ruhi, manevi unsurlar bir kelimenin karihasında ne kadar ihata edilmez bir derinlik kazandığına bu küçük etüd yeter. Bir kenarda mebhut durmamız.
Aşağıdaki cümleyi de biri tahlil etsin bir yazı yazsın iyi olur:
"Zîşuura nispeten gayetteki kemal ne kadar câzibedarsa, "lâ müdrike"ye nispeten nefs-i faaliyet öyle de cazibedardır, sa’ye sevk eder. Bu sırdandır ki, rahat zahmettir, zahmet rahattır.
Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye’se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır. Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder.”