"Malûmdur ki, her kalb, kendine ihsan edeni sever (...) Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pekçok sever." Sözler'den.
İkram Arslan Risale Ayracı'nda sarfettiği bir cümleyle beni düşüncelere saldı. Şefkatin, sadece 'hayattaki acıları arttırmaya' yaramadığını, aksine, 'lezzetleri de arttırmayı' sağladığını gösteren bir cümleydi. Ne dedi peki? Dedi ki: "Şefkat lezzetler için de çarpan etkisi yapıyor. Şefkat ettiğimiz herşeyin lezzetiyle mutlu oluyoruz." İtiraf edeyim: Başkasının mutluluğundan neşe kapmanın şefkatle olan ilgisi daha önce hiç aklıma gelmemişti. (Ben bunu menfaat eksenli düşünmeye alış-tırıl-mışım.) Her nedense, biz şefkati hep 'acılara ortak olma' olarak, hatta bizzat 'acımak'ın kendisi olarak anlıyoruz. Sanıyoruz ki: Canlar yandığı ve onlar için canımız yandığı zamanlarda şefkatliyiz sadece. Bize böyle geliyor. Halbuki 'adına sevinmek' de 'onu sevmenin' bir delili/çeşidi değil midir? Şefkatimiz, bu yönüyle, başkalarına verilen nimeti de bizim için nimet kılmaz mı?
Haydar Ergülen'in, Kahve Bahane'de, bu konuya şahane bir dokunuşunu hatırlıyorum. Şefkat 'acımak' değil. Acımak, 'ol'uşun ardından, ona gösterilen bir tepkiden ibaret. Şefkatse 'ol'madan önceyi de kapsıyor. Şefkat bir bakış açısı. Yaşam açısı hatta. Nasıl yaşadığınızı, neleri gözeterek yaşadığınızı, göğsünüzün genişliğini ifade eden birşey. Bir yaşam pusulası. Fakat acımak oluşdan sonra gösterilene münhasırlığıyla 'tepkiselliğe' hapsoluyor. Örneğin: Yumuşak huylu olmak şefkatle anlaşılır birşey. Bir insan karşısındakini incitmeden önce yumuşak huylu olur ancak. Kırdıktan sonra değil. Acımak ise önce acının varlığını istiyor. Acımak özür dilemektir biraz. Şefkatse tedbir almaktır. Canı yanmayana acınır mı? Sanmam. Ama canı yanmayana şefkat edilir. 'Canı yanmasın' diye şefkat edilir.
Yine İkram abinin izlerini takip ederek devam edelim: Şefkat, bizi ötekinin dünyasına davet eden, hatta ötekiyle ilgili olmamızı sağlayan yegane his. Varlıkla kurduğumuz ilişkinin iki boyutundan 'daha selametli' olanı. Nedir o iki boyut derseniz: 1) Ben ekseninde, varlıkla 'ben'e menfaat sağladığı, mutlu ettiği ölçüde/şekilde ilgili olmak. 2) O merkezinde, varlıkla 'hepimizden daha üst birşeyin hatırına' ilgili olmak. Şefkat, bireysel lezzeti arkada bırakmasıyla, ister istemez ikincinin sahasına koşturuyor bizi. Mürşidim bu sadedde diyor ki:
"Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennemin vücudu bin derece idam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünkü insan, hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes'ut olur. Şu halde, sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya idam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehenneme gireceksin. Şerr-i mahz olan adem ise senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes'ut olduğun umum akraba ve asıl ve neslin, seninle beraber idam olmasından, binler derece Cehennemden ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünkü Cehennem olmazsa Cennet de olmaz. Herşey senin küfrünle ademe düşer. Eğer sen Cehenneme girsen, vücut dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennette mes'ut veya vücut dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek, herhalde, Cehennemin vücûduna taraftar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak ademe taraftar olmaktır ki hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır."
Şefkat, kanaatimce, materyalizmin açıklamakta en çok zorlandığı his. Hedonistlerin de gelip ayaklarının sürçtüğü yer burası. Birşey, kendi varlığından daha fazla, başka birşeyin varlığını neden/nasıl önemser? Neden onun için (gerekirse) canını verir? Veya neden onun için lezzetinden vazgeçer? Bazen kendisi aç kalır da ona yedirir. Kendisi giymez de ona giydirir. Bunu maddeciliğin aşıladığı bencillik ile izah edemezsiniz. Egoizm nefis merkezli birçok lezzeti açıklasa da burada ayağı dolanır. Bir çıkış bulamaz. Yalnız kendi hayatı/çıkarı için yaşadığını iddia ettiği varlıkların neden başka canlılar için o hayattan ödün verdiklerini bir yere koyamaz. Küçük aklına sığıştıramaz.
Ama varlığını da inkar edemez. Edemezsiniz. Bir kediden tutun ta file kadar, her türün anneleri, evlatları için canlarını/lezzetlerini feda etmeye hazırdırlar. Bu onların salt hayatlarının devamı için mücadele etmediklerine en zâhir bir delildir.
Bu noktada, şefkat, kainatı Allah ile (Allah olduğu bilinmese de 'O' denilecek bir 'gayb' ile) açıklamaya doğru itiyor. 2. Söz'de, Bediüzzaman'ın, temsilî hikayecikteki iki karakterden birini 'Hodbin' diğerini 'Hudabin' olarak tarif etmesi boşuna değil. Varlıkla kuracağımız ilişkinin durumu ifade ediliyor aslında orada.
Üçüncü bir yol yok. Algımız iki türlü. Ya biz merkezindeyiz varlığın ve herşey 'merkezinde olduğumuz bir menfaat-değer algısı' ile şekillenecek; yahut da bir 'O' var ve herşey 'o bütünlüğün etrafında bir değere' sahip olacak. Dikkat edelim, şefkat denilen yetmiş libaslı huri, bir güzel yüzünü daha gösteriyor şimdi: Belki de şefkat 'parçanın bütünlüğü sezmesinden' hasıl olan bir histir. Yani, kendisinin aslolmadığını, ben'inin (ve ben gibi herşeyin) bir O adına çalıştığını hisseden canlının, O'ya hizmetlerinden ötürü diğer bütün şey'lere karşı hissettiği sorumluluktur. Bir nevi kardeşlik hissidir.
Parçanın bütüne karşı sorumluluğu... Parçanın, artık kendisinden aşkın bir bütünlüğü hissetmesinden ötürü, diğer parçaların varlığını ve mutluluğunu da önemsemeye başlaması... Uhuvvet. Evet. En çok neye şefkat eder insanoğlu? Kendini bir bütünlük içinde gördüğü fertlere değil mi? Ancak aramızda bir bütünlük bağı varsa nesne/kişi 'hakkında hissedilmeye' değerdir. Bir akrabaya şefkatimiz ele şefkatimizden ziyadedir. Çünkü kan bağı bir bütünlüktür. Bir müslümana şefkatimiz diğer din mensuplarına şefkatimizden şiddetlidir. Çünkü onunla İslam bütünlüğünde kardeşiz. Fakat elbette bir gayrimüslime de merhamet gösteririz. Çünkü onunla da insanlık bütünlüğünde kardeşiz. Demem o ki: Kardeşliktir şefkatin madeni. Bir tevhidî bütünlüktür bizi birbirimize bağlı kılan. Kardeşlik dediğiniz aynı bütünün parçaları olmaktan başka nedir ki?
"Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ, bir validenin, evlâdının mes'udiyetlerinden ve istirahatlerinden şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir."
Şefkatin, bencillik kalesinden kurtulup, Huda'ya açılan yollara koşmamızda kritik bir önemi var bence. Kendini ötesinin yerine koymayan, ötekilerini eşiti saymayan, aynı bütünün parçası olduklarını farkedebilir mi? Hatırlayalım: 2. Söz'de Hodbin neden çevresindeki acıları açıklamakta zorlanıyor ve onların baskısı altında karamsarlaşıyor? Neden Hudabin onun gibi düşünmüyor ve hissetmiyor? Düşünelim: Kainatın, müstakil parçalar torbası değil, parçaları uyumlu bir bütünlük olduğunu farketmeyen insanın imanı 'tevhid arşı'na erişebilir mi? Tevhide iman etmeyen varlığı kardeş görebilir mi? Şefkat, bu açıdan, tevhidin bir neticesi gibi. Hatta kaçınılmazı. Derviş Yunus misali: "Yaradılanı sevmek, Yaratandan ötürü." Madem aynı bütünün parçalarıyız, sen kardeşimsin, başına gelene elbette sevinir/üzülürüm. Çünkü bütünümüzün selameti benimle olduğu kadar seninledir de. Seninle tamam olduğumuz için, senin için, duygulanırım.