Arkadaşım, kalbime böyle geldi, hakverirsen sen de kalpceğizinde tutuver: Fakrın cennetinin detaylarını bilmendir. Aczinse o cenneti yaratamayacağını farketmendir. Başkalarının da aynı cennete ihtiyacını görmende görünür şefkatin. Tefekkürün herkes için cennetin yolunu aramandır. Yani ki: Bu dördünün ‘dört hatve’ içinde zikri aralarındaki şu irtibattan ötürüdür. (Allahu’l-a’lem.) Hatveyi tamamlarsan tavafını da tamamlarsın. Marifet dairesini dönersin. Hem kalbine bir nur yağar hem de başkalarına ışık saçarsın. İnşaallah. Âmin.
Hatırlarsan "Cennet olmasa cehennem tazip etmez!" diyordu mürşidim. Tüm katmanlarıyla katılıyorum bu söze. Nitekim biz de cehennemlerimizde yanmayı ‘tanıştırıldığımız cennetler’ sayesinde öğrendik. Öyleydi. Var yokken yokun varlığı anlaşılmazdı. Bu yüzden önce varı gördük. Dilimiz tanışınca balıyla peyderpey alındı. Çünkü tadımlıktı. Ayrıldık. Yokluğunu da öğrendik. Yandık. Yakıldık. Arkadaşım şu maceramızda bana öyle geliyor ki: Biz aslında yokluğu öğrenmeye gelmiştik. Varlık yalnız bir berzah idi. Bir eğitimdi. Tedristi. Ara devreydi. Ezelî ve Ebedî olanı bilmeye en çok lazım yokluğun bilgisiydi.
“Keşke!” diyen herbirimiz ardında bir küçük cennet bırakıyor. Ayrılığından çektiğimiz herşey numune-i Firdevsimiz. O gözler olmasaydı bu firkatli sancı olmayacaktı. O sözleri duymasaydık kulaklarımız özlemek nedir bilmeyecekti. Daha önce tadılmış bir mutluluktu hayatın geri kalanını arayış kılan. Bu nedenle diyebilirim ki artık: Allah, yanmayı öğrenebilmemiz için, bizi önce cennetimizle tanıştırıyor arkadaşım. Çünkü cenneti bilen için ancak cehennem bir tazip. Alternatifi yokken, yani ki seçmeye mecburken, hangi seçenek 'yanlış' olur?
Mesela: Çocukluk bir cennet idi. Büyüdük. Ardımızda bıraktık. Hatırlıyoruz. Özlüyoruz. Âşık olmak bir cennetti. Kavuşamadık. Veya ayrıldık. Şimdi tahayyül tahayyül dersimizi ezber ediyoruz. Veyahut da sağlıklıydık. Hastalandık. Sıhhatin hasretini çekiyoruz. O halde yokluğun acısını öğrenmesi gereken herşey önce varlıkla tanıştırılmalı. Zaten Âdem aleyhisselamdan bugüne süren insaniyet yolculuğumuz da bu döngüde tekrar ediyor hep. Herkes önce cennet(çik)lerle tanışıyor. Sonra bir yasak meyve süreci. Belki fıtrat. Belki iradî. Bir hata. Bir neden. Sebepler içinde bir sebep. Araya giriyor. Perde çekiyor. Yokluğunu tattırıyor. Sonra o yokluğu insan ‘insan başına’ varlığa dönüştüremediğini farkediyor. Uyanıyor. Ki bu da yukarıda dediğimiz işte: Aczin bilgisidir. Ardından da o yokluğun sancısından Şafî-i Hakiki’ye koşuyor. “Fe firrû ilallah!” öğretiliyor.
Her yokluk eğitimi öncesiyle bir varlık eğitimi. Allah bizi, 6. Söz'de anlatıldığı gibi, emanet verdiği cennetleri geri almakla imtihan ediyor. İmtihanın esası şu dediğim. Geri kalanlarsa detayları. Başka başka sûretleri. Farklı farklı görünüşleri. Bu pencereden bakınca bana öyle geliyor ki arkadaşım: İnsanın dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiş olması, aynı zamanda, dağların tanışmaktan korktuğu kadar bir 'yokluk' acısına talip olmasıdır. Bediüzzaman'ın Mevlana Hazretlerinden alıntıladığı yerde denildiği şekliyle:
"O, 'Ben senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet!/Bela!' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahında halkaya katılmaktır."
Emanet veriliyorsa demek ki geri de alınacak. Çünkü varlığının kıymeti yokluğuyla anlaşılacak. Dağlar ilerisini gördüler. Taşınmaz dertlerden çekindiler. Ayrılık acısı korkuttu belki de onları. (Allahu’l-a’lem.) Ama insan bu endişeyle vazgeçmedi yüklenmekten. Ne cehaletten ne zulmetten. Demek bu alışverişe razı oldu başlarken. O halde şimdi şikayetçi olmak niye? Arkadaşım, en iyisi biz, acının sevkettiği 'euzü sırrını’ okumaya çalışalım. Şeker için ağlamayı bırakıp ana kucağına koşalım. Fanileri yerine bâkileri toplayalım. Cennetçiğinden mahrum kalmayan cennetini arar mı hiç? İşte bin dermana değişilmeyecek dert de budur.