Mutlak cahil tamlaması, daha çok "göz kapamak, bilmediği bir şey hakkında hüküm vermek" anlamında kullanılıyor. Bu da bir insanın ilmi, irfanı, tecrübesi olmadığı bir konuda, biraz da cehaletin verdiği cesaretle hüküm vermeye kalkmasına denk geliyor. Bu antika cehalete, ilgisi ve alanı olmadığı halde daha çok dinî konularda konuşanlarda rastlıyoruz maalesef. Bir insan ilerlediği bir ilmin ona kazandırdığı bir selahiyeti, pek de anlamadığı hatta epeyce uzağında bulunduğu bir konuda da kullanmaya kalkınca, epeyce bir şaşırıyor, ne yazık ki bazı insanları şaşırtıyor da.
Bir de daha antika olan cehl-i mürekkep var. Bizim Erzurum'da biraz da mahalli lisanla buna "Bilmer ki bilmer" derler. Yani bilmediğini bilmiyor.
Yıllar oluyor. Meşhur bir gazetede, sonradan kültür bakanlığı da yapan bir gazeteci, bir yazısında "Said Nursi, doğudaki talebelerine evlenin; batıdaki talebelerine evlenmeyin, demiş. Gayesi de doğudakilerin çoğalmasını sağlayarak, bir Kürt devleti kurmakmış." diye yazmıştı. Arkadaşı aradım ve bu bilgiyi nereden aldığını sordum. "Bir profesör arkadaşım söylemişti." deyiverdi. Arkadaşla uzun bir telefon konuşması yapmış ve bu maskara fikrin doğru olmadığını kabul ettirmiştik. Özür yazısı yazacağını da söyledi ama yazmadı. Daha yakında, bir emekli öğretmen arkadaş da aynı şeyi yazmasın mı? İslam fikir dünyasında bu kadar etkili ve geniş okuyucusu olan bir İslam âlimini menfî ırkçılık gibi, onun daima karşısında olduğu bir çürük fikirle suçlamak, cehl-i mürekkepten başka ne ile izah edilebilir ki? Epey bir mesafe alındı ama Said Nursi'yi hâla Şeyh Said'le karıştıran cahiller bile var.
Yine Üstad Said Nursi'nin İstanbul işgali senelerinde, İngilizlere karşı neşrettiği "Hutuvat-ı Sitte" adlı eserinde "Kiminin intikam hırsını, kiminin makam hırsını, kiminin tamahını, kiminin ahmaklığını, kiminin dinsizliğini, hatta en garibi kiminin de taassubunu işletip siyasetine alet ve vasıta yapıyor." diye tarif ettiği İngiliz siyasetine alet olan bazılarıyla, yine üstadı karıştıran bir 'zi'b-i müteşeyyih' (koyun postuna bürünmüş kurt) bile vardı. Kendi suistimallerini örtmek için, girmediği kılık, giymediği fikir elbisesi kalmayan bu sözde şeyh, sonunda Trabzon'un yüz karası, siyasetin maskarası, aslında nezih tarikatinin de son halkası olarak pandemide koronaya yakalanarak ölmüştü. Cehaletin de kendine göre bir mazereti olabilir belki. Fakat bu şahıs ve bağlılarındaki cehalete, isim bile bulmak zor galiba.
Geçen asrın, koca koca kafalarını kafalayan güya filozof, yani düşünen adamın "Kâinatta intizam var, diyenlere cevap vermeyin. Bu intizam, karışık surette atılan harflerdeki intizamsızlıktan daha makul değildir." cümlesinin altındaki cehalete ne dersiniz? Bir karışıklık bulamadığı kâinattan bir örnek veremediği için, insanların rastgele attığı zara sığınıyor. Harfleri rastgele atmakla bir düzgün kelime yazılabilir mi ya da yazılma ihtimali kaçta kaç? Kâinatta, zerreden Güneş'e, şaşmadan saat gibi işletilen sonsuz ilim, kudret ve iradeyi gösteren faaliyetin sahibini tanımamak adına gösterilen cehalete işte bu tam mutlak bir cehalet diyoruz.
Aynı düşünen kafanın "Göz, görmek için değil; ayak, yürümek için verilmemiş. Göz olduğu için, görüyor; ayağımız olduğu için, yürüyoruz." yeni icat sözlerine ne dersiniz? "Görmek ihtiyacımız gözü, yürüme ihtiyacımız da ayağı icat etmiş." diye ihtiyaç adında bir yaratıcıya inanıyor. Güneşi de semaya, bu ihtiyaç takmıştır zinhar.
Kendisinden önceki bu düşünüre inanan yeni yetme güya bir düşünür de kendisine sorulan "Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olmaz. Bir köy de muhtarız olmaz. Şu âlemin de elbette bir yapanı vardır." diye hatırlatan okuyucusuna "Bu, Said Nursi'nin bir analojisidir (kıyasıdır) ona inanmayın. En sonunda bilim, her şeyi halledecek, izah edecektir." cevabını veriyor. İşte üstad, bu antika cehaleti bir mektubunda 'cehli mutlak' diye tahlil, teşhis ve teşhir ediyor.
Yani Said Nursi, "Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olmaz." kanununu ve herkesin üzerine ittifak ettiği bu geniş düsturu ifade etmeseydi, bir harf kâtipsiz mi olacaktı? Bu, bir kanun. Sanat, sanatkârı icab eder. Her sanatkâr bir ilim, irade ve kudret sahibidir. Bunlar olmadan, bir çizgi bile çizilemez. Kâinat bir sanat galerisi olduğuna göre- ki bunda herkes ittifak halinde- bu harika sanatların sanatkârı kimdir? Said Nursi bunu soruyor.
Hani 14. Söz'deki "Hem gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânasız kaldı." harika tespiti var ya. Bütün özet burada. Harika bir işleyişi çözüyor, nasıllığını izah ediyor; fakat buradan, bu işleyişten bunu işletene gidemiyor, cehl-i mutlaka kapı aralıyor.
Ankara Üniversitesi'nde aynen bunun örneği yaşanmıştı. "Ben yağmurun nasıl oluştuğunu, bunun Allah'la ilgisinin olmadığını ispat edeceğim." diye öğrencilerini, aynı üniversitenin fen fakültesinin laboratuvarına götürüyor. Çaydanlıkta suyu kaynatan hoca, çıkan buğunun kapaktan damlacık şeklinde geri döndüğünü gösterip "İşte yağmur böyle oluşuyor, bunun bir yaratıcı ile ilgisi yoktur." diyor. Sıkı bir risale okuyucusu arkadaşımız "Hocam, siz bir şeyi eksik söylediniz. Bu düzeni siz kurdunuz. Peki, yağmurun düzenini kim kurdu?" Bu karşı sual, felsefe hocasını felç eder ve iki ay kadar derse gelemeyip dersini asistanlarına bırakmaya mecbur kalır. Elbette bu, bir vücut felci değildir; bir akıl felcidir. Sanattan, sanatkâra geçemeyen, ilmî bir enaniyette boğulan akıl, basit ve anlaşılır bir intikal sualine dayanamaz yani.
Fen ve terakkiyat, buluş ve keşfiyatların hepsi, asırların birbiriyle istişaresi yani bir nevi beşerin fiilî bir duası, halis bir istidat ile istemesi neticesi, Cenab-ı Allah'ın beşere birer hediyesidir. Cenab-ı Allah'ın beşere ziyafet olarak hazırladığı bu gizli hazineler, zamanı geldikçe veya gereği oldukça taharriyat (araştırma) neticesinde, asırların yüzlerinde ortaya çıkmaktadır. Önemli olan da bunların ortaya çıkması değil, bu buluşların beşinin huzur ve menfaati için kullanılmasıdır. Atom bombası bulundu da ne oldu? Geçmişte yaşanarak ve şimdilerde ihtimal olarak, beşerin başına bela olmaktadır.
İnsanlığın bu ihsanlara şükür ve ihsana karşı Cenab-ı Allah'a teşekkür etmesi lazım gelirken, birer küfrân-ı nimet tarzında, "Âdi, aciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp sonra o küllî şuur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın neticesi olan o harikaları unutturup yalnız ince bir perdesini (insanın çalışmasını) gösterip şuursuz tesadüfe, tabiata ve camid maddelere havale edip ahsen-i takvimde olan insaniyetin mahiyetine zıt bir cehl-i mutlakın kapısını açmaktadır."
Bu değerlendirmeyi yapan üstad, bunun devamında "Mahlukata manay-ı harfî ile (onlara yaratıcıları yönüyle) bakmak elzemdir ki insan, insan olsun." buyuruyor.
Demek insanın insan olması, başta kendinin ve mevcudatın Halık'ını bulması ile mümkün. Zaten kendinin farkında olan ve kendini yapanı bulan, tevhide kolayca ulaşır. Kendini keşfedemeyen, Halıkını keşfedemez ki.
Evet dostlar, Âdem Aleyhisselam'a eşyanın isimlerini öğreterek, keşif kabiliyetini beşere yüklediğini gösteren, bildiren Rabbimiz, peygamber mucizeleriyle de fen ve terakkiyatın en nihayet hedeflerini göstermiş, tayin etmiştir. Ama hepsinden önemlisi de insanın bu fen ve terakkiyi, ayna oldukları esma-i İlahiye yetişmeye bir basamak yapması ve O'nun rızası yolunda kullanmasıdır.
Selam ve dua ile.