Gün ağarmak üzereydi. Çekirdek, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, kendisini sımsıcak tebessümüyle okşayan güneşin şefkatini hissedince, uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözlerini yavaş yavaş açmaya çalıştı. Önce güneşe baktı, sonra da günlerce üzerinde bulunduğu toprağa… Ve günlerdir hakkında gel-gitler yaşadığı kararını nasıl vereceğine dair kalbine…
Başından beri bir yol ayrımında olduğunu biliyordu. Bulunduğu kavşaktan geçen iki yoldan birisini seçme durumunda kalmıştı. Hemen her canlı için kaçınılmaz bir şey olan tercih meselesi nihayet onun da önüne gelmişti. O hâlde nasıl bir tercih yapacaktı. Bir ara düşündü çekirdek. Toprakta filizlenmeye karar verirse, önce “yokluk derelerinden” geçeceğini biliyordu. Mevcut yapısını kaybedecek, yeraltında, toprağın kucağı ona annelik edecek, topraktaki suyun neminden beslenecekti. Bir anlamda çözülecek ve parçalanıp belki de parça üretmeye aday bir ağaç olabilecekti.
Bunları düşünürken bir ara gülümsedi çekirdek. Ağaç olabilmenin hazzını şimdiden yaşıyordu. Ancak madalyonun öteki yüzünü düşündüğünde, işin hiç o kadar kolay olmayacağının da bilincindeydi. Mesela o çok sevdiği, sabahın ilk saatleriyle şefkatli bir el gibi hissettiği günışığının yüzünü görmeyecekti bir dönem. Işıktan uzak, gelecekteki ışığına hasret bir tohum dönemini yaşayacaktı. Oksijensiz bir ortamda, alacağı havasız bir karanlığın içinde, gün ışığına ve solunum gününe hazırlık yapma durumunda kalacaktı.
Omuz silkti çekirdek ve “yokluk dereleri”nden geçmeyi askıya almaya karar verdi. Sırtüstü uzandığı toprağın yüzeyinde, bu fedakârlıkların kendisi için pek de cazip olmadığını düşünüyordu. Evet, sonuçta binlerce çekirdeği olacaktı kendisi gibi. Ancak öncelikle kendisini feda etme zorunluluğu hiç de hoşuna gitmemişti. “Dirilmek üzere ölmek gibi” bir şeyi aklı almıyordu bir türlü. Varlığın(ın) devamı ve sürekliliği için “erimeye, çürümeye, değişmeye ve gelişmeye” giden yolda, bir fonksiyon yenilemesinin kaçınılmazlığının amansız nefesini de ensesinde hissedince, “Hayır” dedi âniden çekirdek: “Ben böyle de yaşayabilirim. Üstelik şimdiki dış özelliklerimi ve içimdeki tohumumu koruyarak...”
Aslında haksız da sayılmazdı. Düşündüğünü gerçekleştirebilirse, böyle bir yolculuğa çıkmayacak, bir anlamda bilinen ve yaşanan atmosferde daha rahat edebilecekti. Çekirdek, “Öyle ya, rahat rahat yaşamak, sıkıntısız bir hayat sürmek varken, neden risk alayım ki?” dedi demesine; ama gelecekte istese de istemese de toprağa yine düşeceğini düşününce, az önce sarf ettiği cümlelerin düşünceden yoksun olduğunu fark etti. Elinde olmadan umutsuzluğa sürüklendiğini hissediyordu. Ruhunda kopan fırtınaların verdiği rahatsızlıkla gözleri hafifçe yana kaydı. Bir ara aklını ikna etmeyi deneyerek, satrançta mat için son hamlesini yapmak üzere davranan bir oyuncu edasıyla “Ama olsun. O zamana kadar yaşamak da bir çözüm” dedi çekirdek.
Çekirdek, birbiri ardına gelen düşünce anaforunun içine sürüklendiğinin farkındaydı. Mesela az önce ifade ettiği düşüncelerini çürüten başka düşünceler bir anda belirivermişti zihninde. Hangi düşünceyi öne sürerse sürsün, “Her hâlükârda canlı bir organizmanın ‘ikram ve beslenme’ aracı olarak varlığını kaybetme ihtimali hiçbir savunma mekânizması dinlemiyor, önüne gelen düşünceyi çürütüyordu. Ne yaparsa yapsın, bir başkası için yaratılmış olduğu gerçeğini değiştiremiyordu. Kendi kendine var olmamıştı çünkü. Bazı amaçlar çerçevesinde, içinde yaşadığı atmosferi diğer ortakları ile paylaşıyordu. Hâl böyle olunca, kendisine ihtiyaç duymaları hâlinde, bu sefer ortaklarının talepleri doğrultusunda er ya da geç, fonksiyon yenilemesi yapacağı gerçeği gün gibi kendisine âşikâr olmaya başladı.
Güneş yavaş yükselmeye başlamıştı. Hem çekirdeğin içinde hem de yeryüzünde. Bir ara her iki dünyasında da üzerine doğru akın eden bu düşünceleri elinin tersiyle itercesine, “En iyisi bunların hiçbirini düşünmemek” dedi ve bir an için kendini buna zorladı.
***
Çekirdek, kendisini sağlı sollu altüst eden düşüncelerden kaçmak istercesine, bulunduğu muhitten uzaklaştı. Ancak nereye gitse, “yokluk derelerinden geçme” gerçeği peşini bırakmıyordu. Nereye gitse, nereye baksa, her an bir sırtlan gibi kendisini takip eden gerçekten kurtulamıyordu. Kendinden mi kaçıyordu? İçindeki gerçeklikten mi? Peki nereye ve ne zamana kadar kaçabilirdi ki? Bu fırtınalı düşüncelerle sonunda yüksek bir yere çıkıncaya kadar yürüdü. Önünde upuzun ve sonsuzluğa uzanan bir vadi vardı. Yükseklikten boşluğa bakınca âcizliğini fark edercesine ağlamaya başladı.
Sonunda İşin içinden çıkamayacağını anlamıştı çekirdek. Gözyaşlarını silerek, “İyisi mi, bir tercih yapmak” deyip kararlı ve tercihli düşünmenin daha sağlıklı olacağını idrak etti. Bu idrakle, “Mevcut varlığı ile gidebildiği yere kadar hayatını devam ettirmek, gördükleri ve yaşadıkları ile kalma ya da bir başkası için beslenme ürünü olma, onda yaşama, onun varlığında, onun parçasına dönüşme” gibi bir amaç için yaşamının daha doğru olacağına inandı. Artık kendisi için, “ tekrar dirilme yolunda, varlığını kendi türünden bir organizmanın devamı için geçici olarak ‘yokluk derelerinden’ geçip varlık adresinde buluşmak” ya da “kendini çürümeye ve fonksiyonsuz bitime götürecek şekilde şimdilik var olmak ve varlık amacını gerçekleştirememek” gibi karara dönük tercihler söz konusuydu. O da sonsuzluğa uzanan vadide bunları düşünmeye daldı.
Bu tercihlerin bir kısmı, iradesini gerektiriyordu. Bir kısmı ise bir şey yapmayı gerektirmiyordu. İşte burası onu tedirgin ediyordu. Bir hareket gerçekleştirmese dahi olumsuz bir sonucun çıkma ihtimalinin bile bir anda kendisine rahatsızlık verdiğini hissetti. Oysa o yaşamalıydı. Pozitif bir sonuç için fedakârlık yapmalıydı. Devamlılık için, kendini feda edercesine büyümeliydi. Değişmez arzusunun bu olduğu düşüncesi iyiden iyiye kendisinde sabitlenmeye başladı. Sonunda varlık amacının en yüksek kalitesinin, “var olmak üzere yok olma sürecinden geçmek olduğuna” gönül huzuruyla karar verdi.
Çekirdek, yaratıcının, icat fiilinde kendisine yüklediği temel amacın bu olduğunu hissedince, bir rahatlama yaşadı. Artık yeni düşünce ufuklarına yelken açıyordu. Mesela tercih yapmanın, aslında bir öğrenme olduğunu fark etti. Bir sorgulamanın, arayışı hızlandırdığını ve karmaşık gibi görünen çeşitli yolların içinde tereddütler de geçirebileceğini düşündükçe de gelişme ve geliştirmeye açık bir potansiyelini çözmek üzere olduğunu anladı.
Başına oturduğu uçurumda bu düşünceler kendisini ayağa kaldırmıştı âdeta. O bitkin, düşünmekten kaçan, misyonunu tanımayan ve fedakârlığa dudak büken çekirdek gitmiş, yerine “Vücudunu mucidine feda et” ilkesine uyma kararlılığını gösteren bir iç telkinin yön verdiği kararlı adımlarla, gerisin geriye yürümeye başladı. Her taraftan, her yerden onay alıyordu sanki. Dağlar, taşlar, kuşlar, ağaçlar ve bilumum canlılar kendisini selamlıyordu sanki. Bunun kolay bir tercih olmadığını bilmek ve herkesten farklı olmak gibi bir yükümlülüğün sonsuz mutlulukla ödülleneceğini müjdeleyen ifadeleri duyuyordu sanki: “Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın!”
Bu fiyatın cennet olması, kendisine bir iç ferahlık veriyordu. Kendi varlığının cennetinde ve cennette bir varlık olmada yaşayacaklarını hayal ediyor ve bu hayalle yürümeye devam ediyordu. Tohum olarak toprak altında çürüyüp ağaç olmaya giden diriliş ve çoğalma hizmetinin, bir ağaç olarak fizikî gücünü kendisine takdim edeceğine ve daha büyük hizmetlere vesile olacağına; sonunda yine “Tûba-i Cennet” tanımlı bir cennet ağacı olacağına dair inancıyla bütün bunları yaşamışçasına tarifi imkânsız lezzet alarak hayallerini taçlandırdı.
Çekirdek ne yapacağına karar vermişti artık. Tercihlerini gerçekleştirmek için bir eğiticiye ihtiyacı olacağını anladı. Aynı süreçlerden geçmiş ve aynı süreçleri bilip onu eğitecek birisinin kılavuzluğunda, kılavuz olmaya doğru yol almalıydı, yol alıyordu ve âheste adımları kendisini eğiticiye götürüyordu.