Çerez niyetine tadımlık…
Yine engellenemez bir yazma isteğiyle baş başayım.
Canım fazlasıyla yazmak istiyor. Ama aklımdakileri bir türlü toparlayamıyorum.
Bir sürü düşünce uçuşuyor kafamın içinde. Sayayım, birlikte karar verelim: O. Pamuk’un
yazma ve roman sanatı üzerine görüşleri değerlendirilebilir, hayattan
çıkardığım dersler listelenebilir, Türk insanının garipliklerine mizahi bir
bakış atılabilir, duvardaki küçük bir çakıl taşının gözünden dünya
seyredilebilir, Yaratıcının bizleri acaba aslında biraz da kendisi yaşamak
istediği için mi yarattığı fikri – farkındayım bu biraz tehlikeli bir nokta-
irdelenebilir, son olarak ise annemin geçen gün bayat çekirdekle karıştırdığı
bir paket taze çekirdeğin – değerlendirmek adına tabi- ağızda bıraktığı biri
acı diğeri lezzetli o muazzam tat üzerine ekşiyen suratlar tasvir edilebilir… O
ânı bilenler iyi bilir… Vs. vs.
Ve
tabii ki Pamuk’un Öteki Renkler adlı kitabında karşılaştığım ve iki gündür
kendi kendime mırıldandığım şu cümlecik “Midemdeki sıcak süt.” Size çok sıradan
gelebilir belki ama benim o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Pamuk, kızını
elinden tutmuş sabahın erken saatinde okula götürüyor ve onun yerine koyuyor
kendisini. O, kızının midesindeki sıcak sütü düşünürken ben de içimde sütün
sıcaklığını hissediyorum adeta. Midenin içi mi zaten sıcak yoksa içilen süt mü
ısıtıldı. Karışık. İşte yazarlık böyle bir şey, işte kelimelerin gücü budur
dedirtmeyi başardı bana. Takdir ettim.
verimli bir yazı olmuyor. Fazlasıyla dağınık, henüz bu konulardan hangisi
üzerinden kanatlanacağıma karar veremedim. Kafam çok karışık olmalı. Yazmak
istiyor; fakat hangi konunun derinliğine ineceğime bir türlü karar veremiyorum.
Bu düşüncelerle, avucumda biriktirdiğim çekirdek kabuklarını balkondan aşağı tam
savurmak üzereyken aklımın ücra köşesinde yatan birbirine muhalif iki şeytan aniden
sahneye çıkıveriyor. Biri “Çevreyi kirletme” derken, diğeri “Onlar toprağın
gübresidir, at” diyor.
Çekirdek kabukları avucumda terlerken o
güzelim yeşil çimenli parklarda yerlere gübre niyetine serilmiş ve nerdeyse
küçük halılar zannedebileceğiniz kabukları düşünmeye başladım. Diğer taraftan
onların gerçekten toprağın işine yarayıp yaramadığını ve derken elinde uzun
süpürgesiyle –bana hep masallardaki çirkin cadıların süpürgelerini hatırlatır-
kabukları süpüren çöpçüleri…
Atıp
atmama arasında kararsızım. Geçen yıl parktaki bir bankta çekirdek çıtlayıp
ballı bir sohbete daldığım biyolog arkadaşımın sözleri geliyor aklıma “At, at çekinme onlar gübresidir toprağın, toprağı
besler.” Destekler nitelikte ya seviniyorum. Ne garip bir milletiz, tuhaf
buluşlarımız var.
Bu
yere çöp atma meselesi geçen gün gittiğimiz bir mekânda bakın nasıl şaşırttı
beni. İsmiyle özdeşleşen bir çerezin masalara konduğu mekânda çalışanlar yediğimiz
yer fıstığı kabuklarını tahta zemin üzerine atmamız için adeta yalvarıyorlar.
Neymiş efendim, buranın tarzı buymuş. Alıyor çöp tabağına yığdığımız kabukları bir
güzel savuruyor yerlere. Garipsemiştim. İnanın utanmasam kalkıp yerdeki çöpleri
toplayacaktım. İşe bakın, o kuru tahtalar üzerinde ota, çiçeğe gübre olma
şansları bile yok zavallı kabukların.
Korkmayın
çekirdek kabukları hâlâ avucumda. Balkon demirlerinde dirseklerim, avucumda
çekirdek kabuklarım, karşımda hafif bir rüzgârla sallanan söğüt ağacının
dalları arasında bir görünüp bir kaybolan Ay’ı seyretmeye çalışıyorum. Aylardan
ağustos ve fonda bitmez tükenmez şarkılarıyla ağustos böcekleri… Tıpkı en değme
romanlardan ya da filmlerden fırlamış manzaralar gibi… İnanın, eksiğim var
fazlam yok aynen böyle bir atmosferi soluyorum. Tek derdim avucumda duran
çekirdek kabukları…
Sandalyeme
oturuyorum. Sanırım biraz daha düşünmeli, ölçüp tartmalıyım bu meseleyi. Atmalı
mı? Atmamalı mı? Bir çekirdek firması ürettiği çekirdek paketinin hemen
arkasına bir çöp kâğıdı yerleştirmişti. Oldukça başarılı bir buluş. “En iyi
buluş ödülü” adlı bir ödül varsa kesinlikle onlara verilmeli.
Kelebek
cama vurup duruyor, sanki her seferinde yeniden fark ediyormuş gibi. Işığa her seferinde
aynı şevkle çarpıyor gövdesini. Onun gibi tek bir düşüncem ve icraatım olsun
isterdim. Gamsız bir hayatı var, tek derdi ışığa ulaşmak. Çok kısa bir süre
sonra öleceğini bile bakın dert etmiyor, kısa bir süre sonra nalları havaya
dikecek olan benim sanki. Şuna bakın!
Kelebeklerin
ömürleri çok kısaymış derler ya, inanmıyorum artık buna. Haftalarca aynı evde
yaşadığım kelebekler var benim. Sabah uyanıyorum perdede yaprak motifinin tam
yanında, öğlen bakıyorum duvardaki saatin altında, akşam tavandan sarkan
ampulün dibinde, gece ayrı bir mekânda… Geziyor da geziyor. Kim demiş ömürleri
kısa diye? En azından benim gibi avucunun tam orta yerinde duran çekirdek
kabuklarını acaba nereye atsam gibi küçük dertleri yok.
Dizime
bir karasinek konuyor, belli ki uyku tutmamış. Ön ayaklarını kaldırıyor usulca
–yoksa kol mu demeliydim- adeta temizler gibi birbirine sürüyor. “Haydi, çok
şükür bugünkü işleri de bitirdik.” Diyen bir işçi gibi yapıyor bunu. Derken
karasinek de bilmem nereye uçuveriyor işte. Aklımda bu kadar çok şey varken onu
takip edemiyorum. Avucumun içinde duran ve etrafa hoş bir koku yayan kabuklara
gelmiş olabileceğini düşünürken, gülümsemekten alamıyorum kendimi.
Saat
gecenin iki kırk birini vuruyor. Hâlâ ne yazacağıma karar vermiş değilim maalesef.
Ay, yavaş yavaş yer değiştiriyor. Ben zihnimle sohbet ediyorken avucumdakileri
hatırlıyorum. Bugün verimsiz bir gündü. Çok okudum; ama hiçbir şey yazamadım.
Konular aklımın bir çekmecesinde dursun, yarın alırım. Karasinek kolumun
üzerinde, aynı sinek mi bilmiyorum; çünkü hepsi birbirine benziyor bunların. Bu
kabuklarla yatağa da girilmez. Çöp desen, mutfağın uç noktası. Balkon
demirleri… Hop… Kabuklar yerlere seriliyor. Gübre niyetine…
Sabah
mı öğlen mi tam kestiremediğim bir saat diliminde, açık olan oda penceresinden
çöpçünün sert süpürgesini asfalta hırsla sürtünüşünü uykulu gözlerle hayal
meyal seyrederken, kabukların asfalta denk geldiğine mi yoksa yol kenarındaki
otları gübresiz bıraktığıma mı yanacağımı bilemedim…
Çekirdek kabukları
{{member_name}}
{{formatted_date}}
{{{comment_content}}}
YanıtlaYükleniyor ...
Yükleme hatalı.