Ortaokulda öğrenciydim Erzurum’da. Muhasebe dersimize gelirdi Celaleddin Atamanalp Abi. Biz nerden anlayalım “beyefendi” nedir ama dersimizdeki tavırları, zerafeti ruhiyesi, dili kullanmaktaki ustalığı Erzurum’da biz ortaokul öğrencileri hayranlıkla dinlerdik. Dersten sonra ütülenmiş sokak çukurları gibi olurduk. Etkileme konusunda süper bir insandı. Erzurum argosuyla konuşan bir yaratılış değildi. Dersi mi onu mu dinlemeliydik?
Çok sonraları anladık onun bu nezihane tavrını, anlatışını. Bediüzzaman’ın imani hakikatlerini bizim düzeyimize indirmek için örnekler verirdi, ne harika ve olağanüstü bir kişilikti. Bizi bazı arkadaşları evine davet etmişti, bir cumartesi akşamı merdivenli bir evine gittik, adeta bir tepeye varmak için yürüyen dağcıların heyecanı ile, bir masa üstünde yığılmış küçük kitaplar… Ders sırasında gözüme ilişti, üzerinde Bediüzzaman Said Nursi yazıyordu. Neden bunlar böyle kitap değil de küçük küçük şeylerdi? Çok sonralar anladım onların neden böyle büyük hakikatleri anlatan küçük hacimli kitaplar olduğunu. Ev içinde bir kütüphane olan camekanlı, bir tarafı da oda idi. Büyük ve eve hakim bir koltuk, orada yanında kitap okuyan bir kişi, onun yanındaki koltukta da biraz çenesini hafif geçmiş sakalı ile bir nurani zat. “Kim bu adam” dedim. Tanımadım, dinledik. Arkadaşlarla dışarı çıkarken ağabeyi ”kitaplardan alabilirsiniz“ diyordu. Biz de bir veya iki kitap aldık ama şartı vardı ”bunlar dolaba konmak için değil okunmak için” dedi. Biz böyle bir ders görmedik. Ne böyle kitap dağıtan ilahi kitapçı. Kitapları aldık merdivenden inerken, düşündük o günkü müfekkiremiz ile. Böyle her hafta giderdik biz o eve. Bir iki saatte aldıklarımızı 10-15 gün harcar ve tekrar büyük bir istekle eve gelirdik.
Bazı arkadaşlarımızı da götürürdük o merdivenli yüksek yerdeki eve. Sadece, Derviş Ağa camiinde namazları kılar, ak sakallı bir imamın arkasında kirlerden arınırdık. Bir gün Selahattin diye bir arkadaşım beni abdest sonrası o karşısındaki Selçuklu Kümbetine götürdü. Namaz kılınmak için hazırlık vardı, bir kapıdan bir zat girdi içeri, o merdivenli evde gördüğüm -tahminen altmış yıl önceki bir hayalim- o zat işte namaza durdu. Biz de mütehayyir, yeni bir dünyanın eşiğindeydik, namaz bitti namazdan sonra bir şeyler okundu, uzun sürdü, sonra bir sure okundu, bunları o gün anlamlandırmak zordu. Sonra sonra o zatın Mehmet Kırkıncı Hoca olduğunu anladım. Ben kendime bunun aşağı doğru sayıları da var mı 39, 38 gibi diye... Selahattin, namazdan sonra sofu cübbesi ile kaza namazları kılardı. Büyük bir talakatle, bir gün hocaefendi ile tanıştık. Namaz sonraları bir kitaptan okunurdu, çok yorum yapmazdı, maslahat için bir süre okunur, kitap kapanır, herkes işine gider, evde birileri kalırdı. Galiba biri Haydar’dı, imam hatipte okur, namaz sonralarının dua kısmını icra ederdi. Bütün bunlar Celaleddin Abi’nin evinin uzantıları idi, daha sonra devam edip gitti. O ev ziyaretleri ve onun uzantısı olan mekanlar. Ve bu zarif adam Celalettin Abi vefat etti. Altmış yıl önce tanıdığım o hilkaten yani medeni-i bittab adam. Allah rahmet etsin...
Erzurum’un ilk entelektüellerindendi diyebilirim. İlk gördüğümde evinde kütüphane rafları kitaplar ile doluydu. Benim için numune-i imtisal bir insandı, birçokları için de. Bu yüzden Komünizmle Mücadele Derneği Başkanlığı ona layık görülmüştü. Cumhuriyet Caddesinin Taşmağazalar girişinde bu derneğin bir yeri vardı, orada kalabalık insan gruplarına konuşmalar yapardı. Celaledin Ağabey çok şeyler yapabilecek kapasitedeydi, çok dakik hareket eder, düzgün düzenli bir insandı.
Derler ki, Mevlana Hazretleri bir kibrit kutusuydu, öyle demiş bazı eleştirmenler, kültür tarihçileri, yanmaya hazır ama onu yakıp ateşinde kemale erdirecek biri yoktu. Bir gün Şems Konya’ya gelir, ateşi yakmak için. Bir havuzun kenarında kitapları ile meşgul Cenab-ı Mevlana, Şems kitapları havuza atar, Mevlana panikler, “at bunları” der. Onlar içinde çok değerli bir kitabın suya atılmasına dayanamaz Mevlana. Şems elini atar suya ve çıkarır kitabı kupkurudur. Şems her konuştuğunda Mevlana’nın ruhani ve metafizik özellikleri yanmaya başlar, ”Ballar balını buldum kovanım yağma olsun“ der gibi, onun pervanesi olur ama sesindeki ton değişir, hitabındaki tesir artar, Konyalılar çekemez Mevlana’nın bir divane derviş ile olan ilgilerini, kaybolur mu ölür mü bilinmez. Kıskançlık ne belalı şeydir, kardeşi kuyuya attırır. Ve derler ki o kardeşler “tevbe eder salih kullardan oluruz.” Kuyu ne kötüdür, Abimiz de dünya kuyusunda mıydı acaba, herkesin kuyusudur dünya, derinlikler farklı kuyudan çıkıp Rabbine kavuştu.
Celaleddin Abi’nin ruhu ve entelektüel keyfiyeti de eserler ile alevlendi. Tek yönlü bakmazdı olaylara, kültür ve din imtizacıyla yorumlardı olayları. Dört dörtlük bir adamdı denebilir, ismi ile müsemma bir terkipten geçmiş, temsili hüviyeti de zengin bir insandı, ihzariye hükmünde çalışmaları ötesinde Bediüzzaman ile karşılaşması da kabiliyetini tamamlamıştı.
Celaleddin Abi Bediüzzaman’ın tabiri ile mütefennin idi. İştiyakla böyle birini iki yerde arzu ettiğini söyler. Yani birçok şeyden, ilimden haberdar olan, onlar arasında sentez yapabilecek adamlar demek. Kırkıncı Hoca böyle bir grup kurmak istemişti gibi, bir araya gelip belli konularda yeni şeyler üretmek ama devam etmedi zannedersem. Bu mütefennin tipler eserleri her kesime açabilirler, toplumla irtibatını kuramamış hizmet adamları dershanede bile bir cazibe doğuramazken nasıl hayatın bir çok kesiminde rüzgar üretebilir. Bir şehirde emeklilerden oluşan farklı bakış açıları olmayan bir grup vardı, başka yerlerde de aynı. Dünya kadar üniversite hocası var yeni bir ilmi bakış bile yok. Nerde kaldı ki nurları farklı perspektiflerden yorumlayan adamlar.
Bediüzzaman büyük bir eşsiz mütefennin idi, elinin, fikrinin, karihasının uzanmadığı yer yok adeta bir gezegen gibi diğer bütün kozmik dünya ile alakadar. Onun bu ehadi dünyası nasıl yansıtılabilir ki. Ne söylersen boş, vaktin geldi mezara koş. Kevser suyu sana yetmez mi a kardeşim. “Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri, isteyene sen ver onu bana seni gerek seni.” Biz ne diyelim? “Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem.” Hangisi daha ufuk açıcı? Abid mi istiyor yoksa asker mi? Kur’an‘ın yeryüzünde cemaatsiz kalmasını istemediği için çalışan kaç adam var. Modernizmin ve modern yaşamanın esir aldığı yeniçeriler, kılıçlar nostalji, kollar hareketsiz. Az ileri git sana şefkat tokatlarını okurlar, falanla dolaş kendinle dalaş, bu sözü diyen adamlar, iğne iplik görmemiş cemaat terzisi olmuş vay canım var.
İsmini Celaleddin koyan babası bunları düşünmüştür, çünkü isim Celalettin Abi’nin hem ruhu hem fiili idi. Konuşunca çok etkilenirdik. Bediüzzaman’ın eserlerini tanır, birden kibrit kutusu alevlenir, ortaya bir büyük telkinci, Celalettin Ağabey çıkar. Yusuf Mısır‘da maliye nazırı olur, kardeşleri ile buluşur ve onları affeder, onların muhakkak bir yerleri kızarmıştır. Sonra baba peygamber Mısır’a gelir, bütün melekler yere iner onu alayişle karşılarlar. Abimiz de ahirette büyük alayişle karşılaşmıştır “hoş geldin Celaleddin” demişlerdir. Kuruluş safhasında Osmanlı’da Ertuğrul Gazinin gayet muktedir bir kardeşi vardır araya girse rüesanın beyninde denge bozulur diye bir köye çekilir yaşar. Yaşasın huzur için kendini bir yere çekebilene. Ama ya kabiliyetlerin hergün sana bağırıyorsa, susun kulaklarım sağır oldu keratalar, etrafımı sarmış modern kartallar. “Beni kimseler anlamaz zaten sen öp seccadem“ demiş Necip Fazıl.
Isparta‘da öğrencilerim geldi, “nasılsınız çocuklar, unuttunuz mu beni” dedim. “Hocam seni unutmak nasıl mümkün, ölünceye kadar, kulaklarımızda sesin, nefesin, şimdi nerdesin? Mutlu musun hocam” dediler. Ben mutlu olamam ki, işte olamam işte olamam… Bu dünyada güzel şeyler yapmadan ötede mutluluk sofi mutluluğu. Kevserin kenarında hurilerle mutlu. “innacealne maalel ardi ziyneten leha liyevblüvehüm ahseni amela.” “Ben dünyayı güzel yarattım siz ona bakarak daha güzel şeyler yapasınız“ diye, güzel evler arabalar, mutantan hanımlar, gel keyfim gel.
Peygamberimiz (asm) birini bir yere elçi olarak gönderir, elçi bir süre sonra oldukça ağır mutantan yüklerle gelir, sahabe başına toplanır, o sırada Fahri Kainat camiden çıkmıştır, manzarayı görür, saadetin eşyalarla olmadığını anlatan bir konuşma yapar, ahirete nazarları çeker. Ya Resulllah medet, ey himmet.