Hatırlarsanız daha önceki yazılarımızda Haşir Risalesi’nin Altıncı Suret’inin izah metninde devasa bir alana kurulmuş, görkemli bir sinema misali vermiştik ve büyük masraflarla ihtişamlı bir şekilde inşa edilip süslenen böyle bir sinemanın sadece 5-10 dakikalık tanıtım filmlerinin gösterilmesi için olamayacağı mantığı üzerinden hareket etmiştik. Şimdi eser metninde (10. Söz’ün 6. Hakikat’inde) bu dünyayı, gelen misafirleri ağırlamak için yol üstünde kurulmuş bir han gibi düşünüyoruz ve aynı mantığı bu misal için işletiyoruz ve ahiretin var olmaması ile ortaya çıkan çelişkili durumdan kurtuluş çaresi hakkında çarpıcı bir yaklaşım ortaya koyacağız.
İsterseniz öncelikle meselenin temel noktalarına bakalım. Esas itibarıyla Haşir Risalesi’ndeki delilleri kavrayabilmek, üzerine bina edildiği esasların gerçekliğini anlamaktan geçiyor. Zaten gerek Allah’ın varlığında gerek âhiretin gerekliliği meselesinde temel sorun, bu hakikatleri netice veren ve her tarafta göz önünde görülen eserleri, faaliyetleri anlamlandıramamak ve bu hakikatlerle olan sıkı ilişkisini görememek ve o faaliyetlerin Allah ve âhiret gibi hakikatleri netice verdiğine intikal edememekten ileri geliyor.
Evet bir sanat eserine bakıldığında önce üzerindeki sanat fark edilmeli ve takdir görmeli ki, o eserin bir sanatkârının olduğu hakikatine intikal edilebilsin.
Daha sonrasında ise eser üzerindeki sanat harikalığının güzelliği ve maharetli işçiliğin mükemmelliği derecesinde, o sanatkârın sıfatlarının ve unvanlarının güzelliği ve mükemmelliği noktasına geçiş yapılabilmeli. Çok maharetli bir usta, gayet yüksek bir ruh güzelliğine ve sanat kabiliyetine sahip bir ressam vs gibi.
Bunlar dahi idrak edildikten sonra, o derece ileri düzeyde kabiliyete sahip sanatkârın, en büyük sanat eserlerini kısa bir süre için teşhir edip, hemen arkasından kırıp çöpe atacağına ihtimal vermemek de bir sonraki aşama olacak. Çünkü gözlerimizle gördüğümüz gerçeklere böyle bir görüntü, taban tabana ters düşüyor.
Bu gördüğümüz çelişkili (ve mantığa sığmayan) hadisenin başka bir açıklaması olmalı. Acaba ne olabilir? Elbette o eserlerin kısa süreli tanıtım numuneleri olduğu ve o yerin geçici bir sergi yeri olarak kurulup kaldırıldığı ve hemen arkasından esas teşhir merkezinin ve büyük sergi mekânının açılarak gerçek asıllarının teşhir edileceği ve o yüksek sanat kabiliyetine yakışır mükemmellikte, hakikî ve çok daha ihtişamlı sunumların ve sanat eserlerinin boy göstereceği gibi akla çok yatkın ve gerçekçi bir açıklama olabilir ve bu çıkarım doğru ve gerçek olmalıdır.
Yoksa böyle olmazsa, bu gördüğümüz her şeyin kıymeti hiçe iner ve anlamsızlaşır. Böyle bir şeye ihtimal vermek de, gözümüz önünde şahit olduğumuz sanat eserlerinin varlıklarını inkâr etmekten daha mantıksız bir hüküm olur. O yüzden bir derece akla ve mantığa yaklaşmak için bir kısım ateizm taraftarlarının: “Sanat yok! Düzen yok! Kaos var!” diye hükmettikleri aklımıza geliyor. Bu noktada belki mantığa yaklaşıyorlar kendilerince. Çünkü sanatı ve düzeni kabul edip, Allah’ı veya âhireti kabul etmemek imkân dâhilinde olmuyor.
İçinde yaşadığımız şu dünyaya baktığımızda ne görüyoruz? “Her şey karmakarışık ve rastgele hareket ediyor, hiçbir şey kendisinden başka bir mana ifade etmiyor, nasılsa öylece meydana geliyor ve kendi kendine olup bitiyor” mu zannediyoruz? Böyle gören ve zanneden, elbette ne bir yaratıcıyı ve ne de onun gerektirdiği ebedî bir hayat hakikatini idrak edemez.
Fakat bunun böyle olmadığı aslında çok açık göründüğü hâlde, bu şekilde görmeye çalışan birine ne denilebilir ki? Günlük hayatının tamamını, her gün gördüğü madde âlemindeki eşyaya ve eşyanın işleyişine bakarak kurduğu benzerliklerle oluşturduğu kıyaslarla yürüten ve hayat tecrübesi ile dünya algısının bütününü, mantıkî çıkarımlarla ve etrafında gördüğü hadiseleri gözlemleyerek oluşturan birine, yine gözü önündeki madde âleminden kıyaslar ve çıkarımlar getirilerek sunulan aşikâr hakikatler o kişi tarafından inkâr ediliyorsa, bu şahıs acaba -o tavrını bir kenara bırakmadığı sürece- ümitsiz bir vaka değil midir?
Çünkü gerçeğe ulaşmak için bildiğimiz en temel esasların bir meselede hüküm çıkarmak için kullanılmasına itiraz eden biri, nasıl anlaşılmaz bir tarzda hakikate göz kapama ve inatla kendini kandırma psikolojisi içindedir acaba?
Karşısına çıkan bir okul, saray veya otelin kendi kendine işleyemeyeceğini tereddütsüz bilen ve gören bir zihin, acaba bunlardan çok daha ihtişamlı ve kastî bir yönetim tekniği gerektirdiği çok açık olan bu kâinat sarayı ve dünya otelinin nasıl ve ne şekilde bu kadar düzenli çalışmaya başladığına ve milyarlarca yıldır bozulmadan öylece devam edebildiğine hükmediyor olabilir? Hâlbuki ihtimali ne kadar küçük de olsa, o uzaktan gördüğü otel veya sarayın dahi, bir şekilde kendi kendine, tesadüflerle o hâli almış olma ihtimali, matematik olarak imkân dâhilindedir.
Fakat aklı başındaki herkes, göz önünde böyle tıkır tıkır çalışan bir yapının, kendiliğinden olabileceği gibi uzak bir ihtimalin, pratik hayat şartları içinde gerçekleşme imkânı bulamayacağını çok iyi bilir. Neden dünya ve kâinat için böyle bir şeye ihtimal verilir peki? Hangisi daha ihtişamlı ve görkemlidir acaba? İnsan yapısı bir saray mı? Kâinat mı? Hangisini oluşturmak daha zordur acaba? Onu mu, diğerini mi? Matematik ihtimallerin tesadüfen oluşumunun imkânsızlığını ilan ettiği, yaşamı netice verecek bir kâinat nasıl bir gerçekliktir? Tüm eşya, aldığı harika vaziyetlerle ve üstlendiği imkânsız vazifeleri, süreklilik ve düzenlilikle yerine getirmesiyle, hiçbir şekilde inkârı mümkün olmayan haşmetli bir icraatın idare ve hükmü altında çalıştırıldıklarını ilan ediyor.
Güneşin konumu, ayın vazifeleri, mevsimlerin oluşumu ve âdeta büyük bir sergi yeri gibi yeryüzünde türlü çeşit harika oluşumların kısa süreli olarak gösterilip kaldırılması, yerine sürekli başkalarının getirilmesi faaliyetleri... Biraz vicdanı ve insafı olan, bu muazzam tablo karşısında hürmetle durur ve bu şaşırtıcı işlerin sıradan görülemeyecek ve küçümsenemeyecek kadar büyük işler ve azametli sonuçlar olduğunu mecburiyetle kabul eder. (10 milyon canlı türü var. Buna şaşırmayan birine ancak: “İnsafın kurusun!” diyebiliriz. Başka kim ne yapabilir ve ne söyleyebilir böyle düşünen bir insana? Hâlbuki aynı kişi, bunun çok daha ilkel, küçük ölçekli ve insan yapısı olanlarına şaşırır ve hayran olur. Elbette böyle birinin, tabiatta meydana gelen oluşumları sıradan görmesi ve küçümsemesi; akıl ve mantıkla değil, belki yalnızca inat, göz kapama ve önyargıyla tarif edilebilecek hastalıklı bir ruh hâlinden başka bir şey değildir.)
Şimdi iki seçenek vardır. Ya bu işlerin sonucunu çok şanslı olmamıza bağlayacaktır veyahut böyle neticelerin başlangıçta bir kör talihle başımıza gelse de, devamının sağlanamayacağı kadar karışık ve akıl almaz derecede mükemmel işler olduğunu itiraf edip, perde arkasındaki gizli işleyiciyi kabul edecektir.
Zaten sürekli olarak tesadüflerle ve şanslı denk gelmelerle oluşan bir yapının, inanan-inanmayan herkeste hayranlık uyandıracak kadar güzel, ihtişamlı ve mükemmel olması tam bir saçmalıktır. Demek haşmetli bir kudret, idare ve hâkimiyet hakikati mecburiyetle kabul edilmelidir.
Şimdi tekrar düşünelim. Böyle muazzam ve azametli bir hâkimiyet, hem de her şey yok olup gittiği ve bu dünyada kalıcı olarak durmadığı hâlde, kendisi sürekli olan bir büyük ve haşmetli saltanat, ne ister ve neyi gerektirir? Eserleriyle kendini gösteren ve varlığını kabul ve itiraf ettiren, böyle her tarafa hükmü geçen bir ihtişamlı kudrete, acaba hiç lâyık mıdır ki, durmayan giden, çabuk bozulan ve çürüyen, kararsız ve fâni olan dünya ve madde âlemi onun gerçek anlamda görüneceği ve haşmetinin büyüklüğünü gösterebileceği bir mekân olsun!? Hiç uygun düşer mi, bir anda görünüp kaybolan kısa ömürlü canlıların, onun şuurlu ve ciddî muhatapları olması!?
Böyle sonsuz bir hâkimiyetin hakikati tüm kâinat üstünde dalgalanırken ve hükmünü her tarafta icra ederken, kendini sadece bu geçici madde âlemi üstünde göstermesi ve o fâniler etrafında dönüp durmakla yetinmesi olamaz ve O’na yakışmaz. Dolayısıyla öyle sınırsız, ebedî ve ilahî bir saltanatın, bu fâni âlemi kendine idare merkezi olarak benimseyeceğine ihtimal vermeyi, sağlıklı bir akıl hiçbir yönden kabul edemez.
İşte eser metnindeki o han misali gibi, gidenin gelmediği, gelenin durmadığı bu dünya hanına dahi ne çok masraf yapılmış ve bir vitrin gibi ne kadar ihtişamlı ve güzel süslenmiş.
Fakat gelin görün ki, mekân sürekli bozulup, değiştirilip yerine başkaları getiriliyor; hem gelenler çok az istifade edip çabuk dışarı atılıyorlar gibi, mantığın ve vicdanın kabule yanaşmayacağı anlamsız ve şefkatsiz bir hâl görünüyor.
İşte böyle çelişkili bir durumdan tek kurtuluş çaresi ve bu manasız hâlin yegâne mantıklı açıklaması, o yerin sadece geçici bir misafirhane olarak işletildiğine hükmedilmesinde ve misafirhane sahibinin daha sonra başka kalıcı bir mekânda kendine lâyık muhteşem sergiler açacak ve mükemmel ikramlarda bulunacak olmasındadır.
Burada yazdıklarımız, eser metnindeki esrarlı ve muhteşem hakikatlerin kapısından içeri girmeniz için ancak bir davet ve anahtar olabileceğinden burada duruyoruz ve bu derin hakikatin hakikî ve mükemmel beyanı için, Onuncu Söz-Haşir Risalesi’nin Altıncı Hakikat’ini tekrarla ve tekrarla okumanızı tavsiye ediyoruz.
Risale-i Nur Eğitim Programı’mızın “Öldükten Sonra Dirilişin ve Ebedî Hayatın Varlığının İspatı” isimli bölümünün bir parçası ve Onuncu Söz-Haşir Risalesi’nin 6. Hakikat”inin izah metni olan yazımızda sunulan hakikatlerin tam olarak hissedilerek pekiştirilmesi için, eser metnini de içeren görsel destekli ders videosunu da aşağıdaki adresten izlemenizi tavsiye ediyoruz.
Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı-67 Ders Videosu: (Çelişkili Bir Durumun Kurtuluş Çaresi)
https://youtu.be/t8m9NcSAFZM