Cemaat Müslümanların “birlik, beraberlik ve kardeşlik” duygularının yaşandığı, “uhuvvet” ortamıdır. Müslümanların bulunduğu belde ve şehirlerde “cemaat” şuuru oluşturması ve bu şuur içinde yaşamasından daha doğru bir şey olamaz. Yüce Allah “Cuma” namazını toplu olarak kılmaları ve Müslümanların bir araya gelmeleri için emretmesindeki hikmetlerinden birisi de bu cemaat şuurunu kazanmaları olarak algılanabilir.
Kur’ân-ı Kerim bütün inananları “kardeş” ilan etmiş ve “barış” içinde yaşamalarını emretmiştir. (Hucurat, 49:10) Peygamberimiz (sav) zamanında Müslümanlar birlik içinde gruplaşmadan peygamberimizin (sav) çevresinde toplanmışlar ve kardeşlik tesis etmişlerdi. Cemaat kavramı da cami ve mescitlerde beraber ibadet etmek şeklinde uygulanmaktaydı. Bu birlikteliği bozan herhangi bir gruplaşma ve ayrışma hareketi “nifak” olarak niteleniyordu. Hatta bu birlikteliği bozma amaçlı yapılan bir mescit Kur’ân-ı Kerim’de “mescid-i dırar” (Tevbe, 9:107) olarak isimlendirilmiş ve peygamberimiz (sav) tarafından yıkılmış ve böyle bir ayrıma müsaade edilmemiştir.
Gerek asr-ı saadette gerekse tabiin ve tebe-i tabiin döneminde Müslümanların birliği “cami ve mescitlerde” ibadet için bir araya gelmeleriyle sağlanmaktaydı. Selef-i Salihin Müslümanların birliğini cumalarda ve camilerde olması gerektiğini savunmuşlardır. Sonrasında ortaya çıkan fikrî ve kelâmî ayrılıklar itikâdî ve fikri gruplaşmaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu ayrılık o dereceye varmıştır ki her grup kendisini mü’min ve kurtulan grup ve cemaat olarak kabul etmiş ve diğer grup ve cemaatleri ise Müslüman dahi kabul etmeyecek şekilde itham etmiştir. Bu da Müslümanlar arasında ayrılığı körüklemiş ve kardeşlik ruhunu zedelemiştir. Fikrî ve itikâdî ayrılıklar maalesef cemaat ruhunu da zedelemiştir. Özellikle “Havaric” ve “Şia” gibi itikâdî ve siyasî gruplar aşırı radikal yaklaşımları ile Müslümanlığı ve cemaati kendilerine has göstererek diğerlerini Müslüman kabul etmemekte ve küfürle itham etmektedirler.
Bilhassa itikâdî ve siyasi gruplaşmalar büyük bir kargaşa meydana getirdi. Selef-i salihin bu duruma bir son vermek için “Usul/Metodoloji” ilmini ve “Usulü’d-din” ölçülerini ortaya koyarak itikat ve ibadetlerle ilgili hususları disipline ederek sistemli bir hale getirdiler. Her önüne gelenin belli ölçü ve kriterlere uymadan hüküm çıkaramayacaklarını belirttiler. Dini ölçüleri “Farzlar, vacipler, sünnetler, mekruhlar, haramlar ve mübahlar” olmak üzere ortaya koydular. Dini hükümlerin kaynaklarını da “Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas, Örf, Maslahatlar” gibi bölümlere ayırdılar. Farklı ve haklı olan görüşleri de “Mezhepler” ve “Ekoller” şeklinde sistemli hale getirdiler. Hak ve hakikat olan görüşler “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”, bunların dışındakiler de “Fırak-ı dâlle” olarak isimlendirildi. Böylece peygamberimizin (sav) “Bütün bid’alar dalalettir; bütün dalaletler cehennemdedir” (Müslim, Cuma, 43; Ebû Davud, Sünnet 5; Nesâî, Iydeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7) hadisinin hakikatini ortaya koydular.
Peygamberimiz (sav) ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan sadece sünnetini, sahabelerin yolunu takip eden ve cemaate önem verenlerin kurtulacağını belirtmiştir. (Ebu Davud, Sünnet, 4:197 -198, Hadis No: 4596, 4597; İbn-i Mâce, Fiten, 17, Hadis No:3991–92–94–95; Müsned-i Ahmed, 3:145) Bu sebeple ehl-i hak olan ve kurtulacak, Allah’ın rızasına ulaşacak olanların “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olduğunu ispat etmişlerdir.
Bütün ümmeti içine alacak ve çoğunluğu sahil-i selâmete çıkaracak olan “cadde-i Kübra” ancak imanda kardeşliği, farzları yapıp haramlardan kaçmayı ve peygamberin sünnetini esas alan, kıbleye dönerek bir olan Allah’a ibadet eden hiç kimseyi küfürle itham etmeyecek bir hoşgörü ile karşılayan “Ehl-i Sünnet” inancıdır.
Herkesin aynı şekilde davranması ve aynı seciye ve ahlaka sahip olması elbette mümkün değildir. Bireysel, yöresel ve bölgesel ayrılıklar elbette olacaktır. “Ümmet” kavramı inanç ve ibadetle ilgili bir husustur. Ortak inanç ve farzları yapıp haramlardan kaçmak gibi temel ibadetler ümmet olmak için yeterlidir. İbadetler ise ancak “Sünnetlerle” yaşanabilir ve uygulama imkânı bulur. İbadetler sünnetsiz yapılamaz ve ibadet eden herkes sünneti kabul etmiş demektir. İman esas, imandan sonra Allah’ın istediği “Amel-i Salih” ise ibadet ve ahlakı ile ancak sünnet ile hayata geçirilebilir. Ümmet olmanın gereği “Sünneti” yaşamaktır. Bu sebeple “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” sünneti ihya eden ve cemaati terk etmeyenlerdir.
Cadde-i Kübra elbette “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”tir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat içinde her mü’minin fert ve birey olarak “bireysel kabiliyetlerini” nemalandırmaları esas olmakla beraber, inancı, ibadeti ve salih ameli ile camide, cemaat içinde yerini alacaktır. Bireylerin mü’min olarak cemaat olması ve cemaat içinde yer alması ve ümmet olma şuuruna ermesi elbette dinin ve inancının gereğidir. Cemaat içinde fert olmak ayrı, bu geniş cemaat içinde “cemaatçilik” yapmak ayrı şeydir.
İslam’ın bize tavsiye ettiği cemaat, cadde-i kübrayı ve umum ümmeti içine alan “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” üzere inanç ve ibadette bir arada bulunmaktır. Bu ümmet rencide edecek şekilde bir cemaatçilik elbette istenen cemaat anlayışı değildir. Cemaat, belli şahıslara bağlı küçük gruplar değil, sünneti esas alan ve camide birliği sağlayan bir anlayıştır. Belli şahıslara bağlı küçük gruplar tarikat olarak isimlendirilmiş ve “Ehl-i Sünnet” itikadı üzere peygamberin (sav) sünnetini yaşamayı ve hayata, uygulamaya geçirmeyi amaç edinenler yine cemaat içinde kabul edilmişlerdir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Hepiniz Allah’ın ipine sarılın, bölünüp parçalanmayın” (Âl-i İmran, 3:103) ayetini TBMM’de okuttuğu “Beyanname”de “Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevi daha metindir” ifadeleri ile cemaatin umum ümmeti içine aldığını, ümmetin dini birliğinin şeâir-i islamı ihya eden camilerde ve kurumlarda, siyasi birliğinin ise umum milletin temsilcilerinin bulunduğu meclis çatısı altında olması gerektiğini izah etmiştir. (Tarihçe-i Hayat, 2006, s. 225)
Sonuç olarak, dinimiz cemaati, birlik ve beraberliği ehl-i sünnet ve’l-cemaat inanç ve itikadında, iman ve salih amelde, Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ele alır ve tavsiye eder. Bu genel birliği bozan ve ehl-i sünnet itikadına, sünnet çerçevesindeki ibadete, ahlaka ve salih amele zarar veren bir cemaatçiliği tasvip etmez. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi hazretleri kendisine itham edilen cemaatçilik ve cemiyetçilik kavramına aynı anlamı yükler. “Biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebediden ve dâimî, berzâhî haps-i münferitten kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşîlikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nurun çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafaza etmektir.” (Şualar, 2005, s.573)
“Evet, biz bir cemiyetiz!.. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle alakalarını ve hürmetlerini gösteriyorlar. “Mü’minler kardeştir” kutsî programıyla birbirinin yardımına dualarıyla ve manevi kazançları ile koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususi vazifemiz de Kur’ânın imânî hakikatlerini tahkîkî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve dâimî ve berzâhî haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyâsî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve manasız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz” (Şualar, 2005, s.598) buyurur.
Elbette yukarıda ifade edilen hizmetleri yapmak için organizasyonlar teşkil etmenin cemaat teşekkül ettirmek ve cemiyet kurmakla ilgisi yoktur. Zaten Bediüzzaman da Risale-i Nurların yazılması, basılması ve neşredilmesi için görevlendirdiği talebeleri ve yaptığı organizeleri izleyenler ona cemiyetçilik isnat ederek mahkemeye vermişlerdir. Bediüzzaman da yukarıdaki ifadeleri ile bu ittihamı reddetmektedir.