Cemil Meriç’in Düşünce dünyası (3)
Kendisinden dinleyelim: ‘Kimim ben? Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi. Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın. Daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü.’ O, ‘bir fikir adamı. Bir mütefekkir. Geçmişi ve geleceği kucaklayan bir entelektüel. Bulutları delen bir kartal. Düşüncenin gökkuşağı. Münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi. Kendi semasında tek yıldız. Ufukların muhasibi. Araftaki kahin. Çuvala sığmayan mızrak. Kavramlar çangılının bilgesi. Mağara içerisindeki tecessüs. Tefekkürün hasbi kalemi. Söz sultanı. Kelime imparatoru…’ Bu veciz, hoş ve damıtılmış vasıflar bir düşünce adamını tarif etmek için yeterli mi? Bunları başkaları için kullanmak neden caiz olmasın? Mesela bir Said Nursi, Seyyid Kutup, Nurettin Topçu, Kemal Tahir, Ali Şeriati, Necip Fazıl… Sanırım bu veciz ve hoş nitelemelerin Cemil Meriç için kullanılması onun bu kabil terkipleri çok sık istimal etmesinden dolayı.
Bu Ülke… Üstadın bizce en önemli, en edebi, en kapsamlı eseri Bu Ülke. Her yazar bir eser vermek için gelir dünyaya. Ve bu eser onun varlık nedeni olur. Bu hüküm Dostoyevski için Karamazof Kardeşler, Tolstoy için Harp ve Sulh, İkbal için Cavidname, Cemil Meriç için ise Bu Ülke. Zaten kendisi “Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin kemiği" der. Meriç’in kıvrak, kıvrımlı ve zikzaklı düşünce dünyasının bütün izlerini bulabileceğimiz bir eser. Onu en güzel yansıtan ayna. Onun için biraz uzunca üzerinde durulmayı hak ediyor. Bu Ülke bir mabed. Uzun bir revaktan sonra giriyoruz mabede. Meriç’in oğlu Mahmut Ali tarafından kaleme alınmış tam yetmiş sayfalık bir entelektüel biyografi, tanıtım yazısı. Üstadın muazzam, muhteşem ve mutantan düşünce mabedine böylesine uzun bir revaktan sonra giriyoruz.
İlk bölüm: Siham-ı Kaza yani Nefi’nin hiciv okları. Sağ ile sol mefhumları, kelam’ın haysiyeti, argo, uydurma dil, kamus, izm’ler, kitap ve utanılası tercümeler. Üstat, şahin gibi bir çırpıda tarıyor ‘tefekkür sina’mızı daha doğrusu tefekkür sefaletimizi. Dergi, hür tefekkürün kalesi… kitap, kadit ve donuk düşünce… İrfan, asaletini kaybetmiş… Her kitap, ıssız ve metruk bir saray… İzmler, idrakimize giydirilen deli gömlekleri… Tercümeler, murdar ve savruk bir yığın kelime leşi… Her bir cümle bir kitap kadar mana yüklü.
Üstat, muasırlarına (çağdaşlarına) karşı olabildiğince haşin, öfkeli ve müsamahasız. Bu Ülke, su alan bir gemi, ufukta gurupların en hazini. Bunda en büyük kabahat daha doğrusu ihanet köksüz ve öksüz İntelijansiyanın. Meriç; aykırı, kendine özgü, sancılı, dertli ve dost bir ses. Bize, mazimizi, Umran’ımızı bir kelimeyle kendimizi tanımaya davet eden samimi ve hasbi bir gönül. Sesi, kah boğuk, kah gür, kah kısık ama her zaman sıcak ve munis.
İkinci bölüm: Mustağripler yani batı heyulası karşısında ezilen, haysiyeti kırılmış, korkak ve pısırık aydınlar kafilesi. Mehlika Sultan’a aşık, taze, haşarı ve aldatılmış birkaç tufeyli genç. Ve kaçışlar: Yunan’a, irfana, İran’a, Turan’a, Batı’ya, Hint’e ve mutlaka. (dikkat İslam’a kaçan yok) Abdullah Cevdet, Ahmet Ağaoğlu, Salih Zeki, Celal Sılay ve Ali Kemal. Ülkesiyle göbek bağını koparmış bir intelijansiyanın acıklı dramı. Her biri başka bir dünyanın, başka bir coğrafyanın, başka bir iklimin, başka bir ruh dünyasının çocukları. Havariliğine soyundukları söylemler ise jupiter kadar uzak bize.
Üçüncü bölüm: Münzevi yıldızlar. Önce kısa bir dibace yani ‘tabiatın en tehlikeli armağanı’ olan dehanın tarifi ve sonra birkaç dahi: Dante, Balzac, Vico, İbn-i Haldun, Said Nursi, Tagor, Gandi, Kemal Tahir ve Kerim Sadi. Her biri ‘kendi semasında tek yıldız’ ancak Balzac, daha bir başka üstadın gözünde. Her bahar onunla uyanır.
Bir de Bediüzzzaman Said Nursi var üstadı en çok etkileyen: ‘Said Nursi demek celadet demek. Bir manayı tek başına bütün husumet dünyasına karşı müdafaa etmiş adamdır. Belki onun gibi düşünenler çoktu Türkiye’de; milyonlarca insan vardı. Fakat onların hepsi sindiler ve sustular. Said Nursi sinmedi ve susmadı. Bütün zorluğa rağmen iktidara karşı koydu. Bir davanın müdafaasını yüklendi üzerine. Mühim olan celadettir. Çünkü ferdi iman, şahsi iman, susan iman, şerle mücadele etmeyen iman, kendi evinde oturan iman hürmete layık değildir…’
“…Şayet kendisini önceden tanıyıp eserlerini tetkik etme imkânını bulsaydım, hayatımın akışı, yaşayış tarzım bambaşka olurdu" diyor ve aynen şunları ekliyor: "Üstad Bediüzzaman`ın eserlerini şayet ilk gençlik yıllarımda tanımış, okumuş olsaydım, büyük ihtimalle gözlerimi bu kadar erken yaşlarda kaybetmezdim... Önce Batı`ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu`da buldum. Doğu`da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî`yi tanıdım... Tanzimat`tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanıdım. Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor…”(Yeni Devir, 9 Ocak 1981; Ayrıca bakınız, Suffe Yıllığı 1982, s. 262.)
‘Bu Ülke’ yazarının biricik rüyası, hülyası ve sevdası münzevi bir yıldız olmak ve bilhassa Bediüzzaman Said Nursi gibi bir yıldız olmak, olabilmek. Konuşan kendisi, yıldız isimleri sadece birer bahane. Zamanında anlaşılmamak, fark edilmemek ve dahi unutulmak her dehanın kaderi değil mi? Son bölüm: Fildişi Kule, ‘Davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi.’ Bilgisiyle, dehasıyla, sancısıyla yalnız bir aydın. Adalet tanrıçası Nemesis’in gazabına uğrayış, Olemp’e tırmanış, yolda kalış ve nihayet kelime oluş. Karanlıklar, vehimler, korkular, çileler, katran gecelerde konuşan ölüm, ağır melenkoliler, cinnetin ayak sesleri… Ve ustalıkla örülmüş emek mahsulü kusursuz bir ‘kanaviçe.’(kaynakça) Üslup, hepsinde olduğu gibi, temiz, arızasız, büyüleyici, dinamik ve mazi kokulu.