Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’sini Okurken

Şahin Doğan'ın yazısı...

                                               
Cemil Meriç… ‘Bir fikir adamı. Bir mütefekkir. Geçmişi ve geleceği kucaklayan bir entelektüel. Bulutları delen bir kartal. Düşüncenin gökkuşağı. Münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi. Kendi semasında tek yıldız. Ufukların muhasibi. Araftaki kahin. Çuvala sığmayan mızrak. Kavramlar çangılının bilgesi.Mağara içerisindeki tecessüs. Tefekkürün hasbi kalemi. Söz sultanı. Kelime imparatoru…’
 
Hiç şüphesiz ki her fikir adamı gibi Cemil Meriç’inde tezatları, tutarsızlıkları, kusurları, hataları ve talihsizlikleri vardı. Bilgi hataları, yorum hataları, eleştiri hataları, üslup hataları… Bu hataların bazısı mizacıyla, bazısı imkanlarıyla, bazısı kavrayış tarzıyla, bazısı ise kabulleriyle alakalıydı. Ama bütün bu fikirlere, hatalara, kusurlara, kabullere rağmen ‘Onda hep kendimizden bir şeyler buluruz, her adımında bir azim, bir coşku, bir ızdırap, bir çile yumağı karşılar bizi: Haylaz, haşarı, sevimli ve rengarenk bir çile.’
 
‘Bu Ülke’ye gelince. Bu Ülke, bir mabed. Uzun bir revaktan sonra giriyoruz mabede. Meriç’in oğlu Mahmut Ali tarafından kaleme alınmış tam yetmiş sayfalık bir entelektüel biyografi, tanıtım yazısı. Üstadın muazzam, muhteşem ve mutantan düşünce mabedine böylesine uzun bir revaktan sonra giriyoruz.
 
İlk bölüm: Siham-ı Kaza yani Nefi’nin hiciv okları. Sağ ile sol mefhumları, kelam’ın haysiyeti, argo, uydurma dil, kamus, izm’ler, kitap ve utanılası tercümeler. Üstat, şahin gibi bir çırpıda tarıyor ‘Tefekkür Sina’mızı daha doğrusu tefekkür sefaletimizi. Dergi, hür tefekkürün kalesi… kitap; kadit ve donuk düşünce… İrfan, asaletini kaybetmiş… Her kitap, ıssız ve metruk bir saray… İzmler, idrakimize giydirilen deli gömlekleri… Tercümeler, murdar ve savruk bir yığın kelime leşi… Her bir cümle bir kitap kadar mana yüklü.
 
Üstat, muasırlarına (çağdaşlarına) karşı olabildiğince haşin, öfkeli ve müsamahasız. Bu Ülke, su alan bir gemi, ufukta gurupların en hazini. Bunda en büyük kabahat daha doğrusu ihanet köksüz ve öksüz İntelijansiyanın. Meriç, aykırı, kendine özgü, sancılı, dertli ve dost bir ses. Bize, mazimizi, Umran’ımızı bir kelimeyle kendimizi tanımaya davet eden samimi ve hasbi bir gönül. Sesi, kah boğuk, kah gür, kah kısık ama her zaman sıcak ve munis.
 
İkinci bölüm: Mustağripler yani batı heyulası karşısında ezilen, haysiyeti kırılmış, korkak ve pısırık aydınlar kafilesi. Mehlika Sultan’a aşık, taze, haşarı ve aldatılmış birkaç tufeyli genç. Ve kaçışlar: Yunan’a, irfana, İran’a, Turan’a, Batı’ya, Hint’e ve mutlaka. Abdullah Cevdet, Ahmet Ağaoğlu, Salih Zeki, Celal Sılay ve Ali Kemal. Ülkesiyle göbek bağını koparan bir intelijansiyanın acıklı dramı. Herbiri başka bir dünyanın, başka bir coğrafyanın, başka bir iklimin, başka bir ruh dünyasının çocukları. Havariliğine soyundukları söylemler ise bize Jüpiter kadar uzak.
 
Üçüncü bölüm: Münzevi yıldızlar. Önce kısa bir dibace yani dehanın tarifi ve sonra birkaç dahi: Dante, Balzac, Vico, İbn-i Haldun, Said Nursi, Tagor, Gandi, Kemal Tahir ve Kerim Sadi. Her biri ‘kendi semasında tek yıldız’ ancak Balzac, daha bir başka üstadın gözünde. Her bahar onunla uyanır. 
 
‘Bu Ülke’ yazarının biricik rüyası, hülyası ve sevdası münzevi bir yıldız olmak daha doğrusu Araf’ta beklemek. Konuşan kendisi, yıldız isimleri sadece birer bahane. Zamanında anlaşılmamak, fark edilmemek ve dahi unutulmak her dehanın kaderi değil mi?
 
Son bölüm: Fildişi Kule, ‘Davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi.’ Bilgisiyle, dehasıyla, sancısıyla yalnız bir aydın. Adalet tanrıçası Nemesis’in gazabına uğrayış, Olemp’e tırmanış, yolda kalış ve nihayet kelime oluş. Karanlıklar, vehimler, korkular, çileler, katran gecelerde konuşan ölüm, ağır melankoliler ve cinnetin ayak sesleri… Ve ustalıkla örülmüş emek mahsulü kusursuz bir ‘Kanaviçe.’(kaynakça, indeks)
 
Üslup:  Temiz, arızasız, büyüleyici, dinamik ve mazi kokulu.
 
Peki üstat bize yeni bir şey mi teklif ediyor? Daha doğrusu duymadığımız, bilmediğimiz şeyler mi söylüyor? Hem hayır, hem evet. Hayır, çünkü ‘Bu Ülke’ yazarının temas ettiği gerçekler, Namık Kemal’den Kemal Tahir’e, Nazım Hikmet’ten Kerim Sadi’ye, Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a kadar birçok aydının üzerinde ısrarla durduğu hayati konular.
 
Evet, çünkü bu şifasız ikilemi yani hal-i pür melalimizi böylesine enfes, güzide ve revnak bir üslupla bize sunan tek kalem ‘Bu Ülke’ yazarı. Öyle ya tarihte onlarca “Leyla ve Mecnun” teması kaleme alınmış ancak Fuzuli’nin Leyla-ü Mecnun’u tek, yekta ve biriciktir. Hasılı tüm mesele bir üslup meselesi. Bir ifade, bir beyan, bir anlatış, bir dile getiriş meselesi.                  

Edebiyat Haberleri