“…Aşk, tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Acısı süreklidir, paylaşılamaz ve sürekli çoğaltır kendini. Aşk sırlardan bir sırdır, belki ‘Sırların Sırrı’ndan bir haberdir. ‘Al Aşkını ver Beni’ diyen, Sevgili karşısında , aşk uğruna kendi kişisel algısını sildiği için pişmandır ve ‘ben’ini geri istemektedir. Oysa aşktan önceki ben’in yerinde artık yeller esmektedir. Aşkla birlikte o ben gitmiş yerine yepyeni bir benlik gelmiştir. “ (S.Yalsızuçanlar)
Kolay değil aşkı anlatmak ve dahi anlamak. Maşuku. Onun hüsnünü, güzelliğini ve cazibesini. Aşık ile maşuk arasında akan o ateş gibi nehri. Akımı. Kalbi aşk acısı ile pare pare olan mazlumu, mağduru ve dahi dünyanın en mağruru. Aşığı. Aşık olanı. Mecnunu. Keremi. Ferhat’ı. Romeo’yu.
Aşk, sevgilinin cemali ve işvesi karşısında hüzünlü bir eriyiştir, bir kendinden geçiştir. Bir kendini feda ediştir. Bir sermesti halidir. Yazılmaz yaşanır. Anlatılmaz hissedilir. Ateş altında çaresizce eriyen, tükenen, biten mum gibi. Ve Allahı anlamanın bir sırrıdır aşk.
Gönül koyamaz hiç kimseye çünkü gönülsüzdür, sevgili almıştır hepsini. Her şeyini. Mağripler onun için tüllenir, hazan onun için en sevimli haline bürünür, ağaçlar onun yüzüne gülümser masumca, tabiat onunla anlaşır sadece. Dilinden anlar çünkü. Halinden. Hal-i pür melalinden. Perişaniyetinden. Derbederliğinden. Masal onun içindir. Rüya onun için. Hülya onun için. Esrar onun için.
Aşk bir bela değil, bir lütuf, bir ikram. Allahın bir ikramı. Özel ve sevgili kuluna. Her şey aşk ile, aşk için, aşka dair, aşka doğru…
Esrarengiz sırlarla dolu manevi bir yolculuk olan Mi’rac veya isra. İki arkadaş biri ‘kainatın efendisi’ diğeri meleklerin efendisi. Bir yere doğru gelirler ve meleklerin efendisi olan Hz. Cibril durur, bir adım bile atamaz. Kainatın efendisi sorar: niye gelmiyorsun? Cevap: bundan sonra bir adım atarsam yanarım, kül olurum. Ve kainatın efendisi tekrar sorar: bundan sonra neyle gidilir? Cevap: ‘aşkla.’
İsrailiyat deyip geçme, dudak bükme ey kari, dur biraz, durakla, düşün ve saygılı ol! Kendi israiliyatına. Hurafelerine. Ve iyice bak! Aslına değil, faslına. Mesajına.
“Aşk imiş her var ise alemde; ilim bir kıyl-ü kal imiş ancak” (Fuzuli)
Bunu aşıklar anlar ve de maşuklar. Aşk acısı ile bihuş olanlar. Kendileri ile başları belada olanlar. Mecnunlar. Mahremler. Özel mahremler ya da mahrem özeller. Düşmanın attığı taştan değil, dostun bıraktığı gülden ah çekenler. Dostun yani halden anlayanın. Hal ehlinin. Mahrum olanlar. Dünyadan, masivadan, ağyardan, nadandan yoksun olanlar. Gerçek varsıllar yani.
Doğu irfani ikiye ayırır aşkı: Mecazi aşk ve hakiki aşk. Biri mecnunun Leyla’ya olan tutkusu, diğeri Şemsin Mevla’ya olan sevgisi. Birincisi sadece tutar, bağlar, bağımlı kılar aşığı; ikincisi ise bırakır, serbest kılar ve bir kuş gibi özgürleştirir. Ama sakın küçümseme, hafife alma mecazi olanı çünkü o olmadan olmaz diğeri. Yani beşeri olmadan olmaz ilahi, mecazi olmadan olmaz hakiki.
“Bana haktan nida geldi
Gel ey aşık ki mahremsin
Bura mahremler makamıdır
Seni ehl-i vefa gördük.”
Böyle der yüreği aşkla çarpan dertli Nesimi.
Biçare Yunus daha mı farklı? Ne münasebet:
Ben yürürem yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi
Başka biri “Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir, ben kimim, saki olan kimdir, mey-ü sahpa nedir?”
Bunlar beşeri aşkın iniltileri. Feryatları. Ahları. Ama bunlar daha üst olana yükselmek için sade bir basamak. İrtifa edebilmek için. Huzur-u şahaneye kabul edilmek için.
İlahi aşkın iniltilerini duymaya kulak yetmez, gönül ister. Apayrı bir gönül. Kırık bir kalp. Ve mukaddes bir hüzün.
“Sine hahem şerha şerha ez firak
Tabi guyem derd-i şerh-i iştiyak” (Mevlana)
Biliyorum hiçbir şey anlamadın ey kari ve ne yalan söylemeli ben de hiçbir şey anlamadım. Çünkü ikisinde de adımız yok, hüznümüz yok, mahrem değiliz, mahremler makamında değiliz, ehl-i vefa değiliz, firaktan parça parça olmuş yanık bir gönle sahip değiliz kısacası aşık değiliz aşık.