Nedim Hazar'ın yazısı;
Toprağın çoraklaştırıldığı, baharların kısaltılıp, kapkara bulutların gökyüzünü daimi mesken tuttuğu bir dönemde, herkesin koştuğu istikametin tam tersine koşu yapanlardan birinin cenazesine yetişmek istiyorduk.
İman uzun soluklu bir koşu, imanî meselelere hizmet, hem sabır, hem sebat gerektiriyor. Bir yandan çorak toprağı işleyebilecek kadar sert bir dirayet, diğer yandan mermerleşmiş sineleri yumuşatabilecek insanüstü feragat.
Son şahitlerinden birini daha mekân-ı aslisine yollarken, son vazifeyi eda için acele ediyordu insanlar. Fatih esnafı şaşkındı. ‘Sabahın onundan belliydi olağanüstü bir gün olacağı.’ diyordu bir dükkân sahibi. Bir diğeri, koşturanları, siyasi bir toplantı ya da bir belediyenin ‘dağıtım’ kampanyasına koşanlar zannederken, beriki uyarıyordu, ‘Bir şey almaya koşmuyorlar, son vazifelerini yerine getirmek için telaşlılar!’
Camiye girmek ne mümkün...
‘Mahşeri’ kelimesi sanırım tam da bu tür manzaralar için kullanılmalı. Ne var ki, tadilatta epeyden beri Fatih Camii Şerifi… Hemen girişten başlayıp, avluyu çepeçevre kuşatan teneke bariyerler, ahşap iskeleler güzelim mabedi hançerlenmiş gibi mahzun gösteriyor ne yazık ki!
Bu vesile ile şunu belirtmek isterim: Çamlıca Camii meselesine başından beri başka kaygılarla mesafeliydim. Ancak dün ikindi vakti, Fatih Camii’nde gördüğüm manzaradan sonra artık emin oldum ki, yeni mabetlere ihtiyaç var. Zaruret derecesinde hem de. On binlerce insanın son vazifelerini eda edebilecekleri, trafik keşmekeşine takılmadan, saatlerce yollarda ziyan olmadan ulaşabilecekleri ibadethanelere ihtiyaç var.
Nerede olur, ne şekil yapılır, bilmiyorum. Ancak, başka kaygılarını ön plana alıp, büyük mabetlere zinhar karşı çıkanların bunu dikkate almalarını dilerim. Statlar yapıyoruz bilmem kaç bin kişilik. Işıklandırıyoruz, yollar yapıyoruz, kapısına kadar metro götürüyoruz. Ve ‘ihtiyaç’ diyoruz. Kimse yadırgamıyor, kınamıyor, hatta herkes övünüyor. Spor konusunda bu kadar hassas dimağların, inanç ve ibadet konusunda da hassas olmalarını temenni ederim.
Mustafa Sungur ağabeyin cenaze namazı, adeta Türkiye’nin resmi gibiydi. Her yaştan, her bölgeden müminler akın akın gelmişti. Aralarında koşar adım yürürken Cevşen okuyabilecek kadar kendini geliştirmiş genç kuşaktan tutun da, ‘Kabristan 35 dakika. GPS öyle diyor, bir vasıta bulalım.’ diyen konvansiyonel şakirtlere kadar, herkes...
Saçı sakalı bembeyaz olmuş amcalar da, klasik ‘abi’ sükûnetiyle, mevcut olup varlığını hissettirmeyen ağabeyler de, iPod’undan ‘Salat-ı Tefriciye’ dinlerken Risale okuyan gençler de bu mahşeri kalabalığı oluşturuyordu. Birbirinden çok farklı yüzler, simalar. Ama kolektif hislerin attığı ortak yürekler. Herkes, bütün o olumsuzlukları, sıkışıklığı, karmaşayı önemsemeden ortak bir tevazu ile orada birleşmişti.
Kışın en şedit zamanında imanın şeffaf kılıcını gönül eliyle kullananlardan bir mübarek zatın, bu toprağın önden giden atlılarından birinin, en güzel atına binme merasiminde dua ile kuşanan -sonraki- nesillerin görüntüsü umut veriyordu, insanı güçlü kılıyordu.
Öyle bir cenaze ki, cennetâsâ bir baharın çarpıcı tablosuna da sahipti.
Üzüntü mü?
Elbette vardı, nihayetinde bir ayrılık seremonisiydi olan.
Ancak, o hüzün kadar bir coşku da hakimdi havaya. Fatih Camii’nin minaresi, kara bulutlara saplanırcasına yükseliyor ve kasveti önüne katıp kovuyordu adeta.
Mekânı cennet olsun Mustafa Sungur ağabeyin..
Zaman