Kulluk şuuru, Allah’a iman etmek, O’nu isim ve sıfatlarıyla yakından tanımaya bağlıdır. Bu iman ve tanıma (marifetullah), ne kadar güçlü olursa, kulluk şuuru da o nispette güçlenir. Çünkü Allah’ı hakkıyla tanıyan, onu içten sever ve sayar. Allah’a olan sevgisi nispetinde onun rızasını kazanmayı esas alır. Allah’ın rızası yanında cennet bile değersiz kalır.
Bu gibi kulluk şuurunun zirvesine çıkmış kimselerin Allah’a karşı saygı ve sevgisi, onun emir ve yasaklarına riayet etme duygusu, öyle bir zirveye ulaşmış ki, onun bütün duyguları sadece Allah’a bağlı olarak harekete geçmiştir. O cehennemden korkmayı düşünmeye vakit bile bulmayabilir. Çünkü kalbindeki Allah korkusu, azaba bağlı olarak değil, ona saygısızlık etmek veya onun rahmet ve şefkatini incitmek gibi pek ince bir iman koridorunda boy göstermektedir. Keza, bu gibi yüksek şahsiyetler, cennet sevdalısı değil.. Çünkü Allah’ın rızasını kazanma, cemalini görme duygusu onları cenneti düşünmekten alıkoymuştur. Nitekim üst seviyede Allah’ı tanımaya ve sevmeye muvaffak olan bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i tasavvuf, cenneti kazanmak veya cehennemden kurtulmak gibi hedeflere kilitlenmeyi ar saymış, edebe aykırı görmüşler.
Bu konu bizim gibiler için anlaşılır bir şey olmayabilir. Ancak tarihte bu gibi müstesna insanların varlığı da bir gerçektir. İmam Gazali, İhyau’l-Ulum adlı eserinin “Allah sevgisi, Allah aşkı” bölümünde isim vererek bazı misaller yazmıştır. İsteyen oraya bakabilir. Bununla beraber, burada onlardan bir iki misal vermekte fayda mülahaza ediyoruz:
Meşhur kadın evliyalardan Rabia Bedeviye/Adeviye’nin bir münacatı:
“Allah’ım! Dünyada benim payıma düşen ne kadar güzellikler varsa onları senin kâfir kullarına; ahirette benim payıma düşen ne kadar güzellikler varsa onları da mümin kullarına bağışladım.. Ben ne dünyadan ne de ahiretten hiç bir şey istemem, sadece Senin cemalini görmek isterim.”
Başka birisinin meşhur farsça manzum münacatı:
“Allah’ım! Eğer cehennem korkusundan sana ibadet ediyorsam beni cehennemde yak; yok eğer cennet sevgisi için sana kulluk ediyorsam cenneti bana haram kıl!”
Hatta asrımızda da Kur’an’a hizmet etmeyi varlığının gayesi olarak gören, Bediüzzaman Said Nursi de kendi kulluk şuuruna şu sözleriyle tercüman olmuştur:
“Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet'i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünki vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat, s. 630 ) Şüphesiz bu müstesna insanların gönüllerindeki iman şuur ve coşkusunu tartacak durumda değiliz. Şairin seslendirdiği şu gerçeği de göz ardı etmeyeceğiz:
“İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”
Allah insanı yaratırken, pek çok duygu ve düşüncelerle donatmış olarak var etmiştir. İnsan denilen bu varlığı -hikmet-i ilahînin uygun gördüğü bir şekilde- temel iki boyut olmak üzere genelde üç-dört boyuttadır. Ruhanî tarafı, cismanî tarafı temel iki unsurudur. Detaylara indiğimizde, onun ruhani tarafını temsil eden akıl ve kalp boyutu yanında, cismani tarafını temsil eden nefis ve duygusal yanı vardır. Bu nefsanî yanı aynı zamanda hayvansal ve bitkisel yanı olarak da adlandırılır. Demek ki, insanın biri cismanî, biri ruhanî olmak üzere iki lezzet veya keder alanı vardır. Örneğin ilim, irfan sahibi olmak gibi insana lezzet veren veya gabavet ve cehalet gibi insana elem ve acı veren hususlar onun ruhanî alanıdır. Yemek yemek, su içmek, evlenmek gibi lezzet veren hususlar ile açlık, susuzluk gibi acı-keder veren hususlar ise, insanın cismanî alan kapsamına girer.
İslam dini, muhataplarının büyük çoğunluğu avam denilen bizim gibi cismani tarafı ağır basan insanlar olduğundan, ilahi hikmet ve adaletin gereği olarak –Allah’ın cemalini müşahede etmek gibi ruhani ödüller yanında-onlara cennet gibi maddi mükâfat vadetmiştir. Herkes kapasitesine göre ödülüne koşacaktır. Bu iki alandaki ödüllere birden müşteri olanların yanında, yalnız cismani veya yalnız ruhani ödüllere müşteri olanlar da vardır. Bu sebeple, kulluk şuuruna sahip insanların cennete talip olmalarını veya cehennemden korkmalarını –güya- samimi kullukla bağdaştırmayan kimselerin bu düşünceleri yerden göğe kadar yanlıştır ve yersizdir.
Kaldı ki, bu dünyada elinden gelse her an ruh ve bedenini lezzetlerle geçirecek bir insanın cennette bunları lüzumsuz görmesi ikiyüzlülüktür
Evet, İslam dini insanın fıtratına hitap eden bir dindir. Onun içindir ki, 15 asırdan beri milyarlarca insan bu dini seçmiş ve seçmeye devam etmektedir. Dünyada-İslam dininin ortaya koyduğu hakikatleri bilmek başta olmak üzere-ilim-irfan, sevgi-saygı, iyilik, iyiliğe karşı teşekkür ve minnettarlık gibi yüksek ruhanî ikramların yanında, yemek, içmek, evlenmek gibi cismanî, nefsanî ikramlardan lezzet alan bir insanın cennette bunlardan uzak durması, bunları önemsememesi mümkün müdür?
Unutulmaması gereken bir husus da şudur ki, cismanî lezzetleri isteyen bizim gibi insanların yanında, bunları aklının ucundan bile geçirmeyen, bütün gayesi-Allah’ın cemalini müşahede etmek gibi- ruhanî lezzetler olan insanlar da vardır. Allah sonsuz merhametiyle ebedi bir saadet yurdu olan cennette herkesi memnun etmek ister. Kimi cehennem azabından kurtulduğu için, kimi hurilerle evlendiği için, kimi istediği leziz yemekleri, nefis meşrubatı bulduğu için, kimi Hz. Peygambere komşu olduğu için, kimi Allah’ın cemalini müşahede ettiği için büyük bir memnuniyet içinde, rahmeti sonsuz olan Rabbine karşı daima bir sevgi, saygı ve minnet duyguları içerisinde ebediyetlere kadar akıp gider. Demek ki, Ahiret Mükâfatı Kulluk Şuuruyla Çelişmez.