Namaz; ruhlar âleminden kalkıp, ana rahminden yola devam eden insan oğlunun, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden ve sırattan geçen uzun imtihan seferinde; yokluğa ve ayrılığa, Sâni-i Zülcelâlin taze taze, renk renk, çeşit çeşit, nakış nakış mucizelerini, kudret harikalarını ve rahmet tecellilerini tam bir lezzetle seyir ve temâşaya birer vâsıta hüviyeti kazandıran; ölümü, dünya zindanından cennetler bahçesine ve Rahmânın huzuruna götüren emre âmâde bir at ve burak suretinde gösteren; o uzun ve karanlıklı ebediyet yollarının gıdası, zahiresi, ışığı, nuru, beratı, bileti, senedi ve burağı hüviyetinde bir rahmet tılsımı şeklinde tanımlanır.(Bediüzzaman, Sözler, s.35,36,245)
Namaz; insanın Rabbine en saf, en samimî, en nazdâr, en niyazdâr, en feyizdâr, en bereketli, en sevaplı, en kapsamlı, en değerli, en mükemmel yönelişi, teveccüh edişi, teveccühe mazhar oluşudur.
Namaz; bir iltica, bir yakarış, bir sığınma ve kâinatın Hâlıkına inkıyad, imtisal, intisâp, i’timat ve güvenin mücessem bir ruh hâlidir. Kalp ve kalıbıyla Kâbenin Rabbine yöneliştir.
Çocukluğum, bizim yaşımızdaki bir çok kişinin çocukluğunda olduğu gibi, komşu bahçelerde, dar, tozlu sokak aralarında ve de cami avlularında oynayarak geçti. Mahallemizdeki caminin o yüksek tavanlarını, süslü duvarlarını, hiç birimizin evinde olmayan o ışıl ışıl avizelerini seyrederken hayran kalır, ‘burası dünyadan cennete açılan bir kavşak olmalı’ diye düşünürdüm...Minareler hep aynı vakit aynı mânayı ve mesajı hava zerreleri aracılığıyla tüm varlık âleminin kulaklarında/gönüllerinde/ruhlarında dalgalandırdıklarında, müezzinin gür sesiyle ezan okumaya başladığında, ne işle meşgul olursa olsun, evdeki herkesin saygı ile bir an durup toparlandıklarını, bir kaç kelime duâ mırıldanıp sonra günlük işlerine geri döndüklerini görürdüm hep...
Evimizde işler, ezan ve namaz saatlerine göre ayarlanırdı. Günlük zaman ayarlaması yapılırdı: ''Öğlen namazından sonra yemek yenir, sabah namazı vakti kalkılır, akşam ezanından sonra da her kes evde olur,v.b...”
Bundan dolayıdır ki, minareler-camiler bizim için hep sihirli bir beyan, bir tebliğ, bir mesaj, bir teneffüs olmuştur. Minareler ne zaman ezan sesiyle gürlese, ruhlarımızı kendi iklimlerine çeker, onları kendi dünyalarında dolaştırır, herkesle , onların anlayabilecekleri gönül ve ruh diliyle konuşararak kendilerini ifade eder olmuşlardır.
Bu ezan seslerinin ne mânaya geldiğini, neye/nereye çağırdığını bilenler, her zaman ona koşmuşlardır. Çünkü insanı altın iklimlere taşıyan, Cennet yamaçlarına çağıran ve ''Kâinatta imandan sonra en büyük hakikat olan'' namaza çağırıdır bu sesler.
Âdetâ gök/semâ sofrasında dâvet vardır her vakit...Ve bu ebedî yolun kutlu yolcuları da her dâim Sıbğatullah’a/mâna ve ruh ikliminde boyanmaya can atarak koşarlar.
Yüzlerinde ve kalplerinde, rahmet ve lütfun sıcaklığını hissetmek için, önden giden o şanlı önder/rehber Nebî’nin (a.s.m) arkasından giderler.
Refref’le, asırlar önce, o kutlu yolculuğu cismen ve rûhen gerçekleştiren Rasûl'ün açtığı o nurânî yolu, mi’râc ve yükseliş yolunu takip ederler...
Hele hele o seher vakitlerinde ve imsâkın sökün verdiği demlerde kılınan namazlar yok mu? Seher, incelik emaresi, rahmet kapısının şifresidir. Kalbi yorulmuş bir ihtiyarın merdivenleri çıkarken çektiği zorluk gibi; gaflet ehlinin de, seherde uyanıklığın ifade ettiği mânâyı ve sızlanışları fark edip anlaması da o nisbette zordur...
Hak dostları, gönül ehli ve gönül erleri için seher vakti; cennete kurulan bir köprü, kabre açılan bir nur menfezi, mahşer sıkıntılarını izâle eden bâkiyât-ı sâlihât (kalıcı sâlih/güzel ameller) olacaktır biiznillah...
Peygamberimiz (s.a.v) de ''namaz, mü’minin mi'râcıdır'' dememiş midir? Namazlarımız o yüzden onun mi'racından bir işaret taşır. Başlangıç noktası Mescid-i Haram olan bu yolculuk için bizler de her namazda, kalplerimizi ve yüzlerimizi o yöne çevirmiyor muyuz bu yüzden?
Arzuların aşılması, şifrelerin çözülmesi, zincirlerin kırılması daha çok seher vakti gerçekleşir. Sırların çözülüp, nazara arz edildiği, hesapların sorulduğu, her kesin kendi derdine düştüğü; '' Ey insan! Seni engin kerem sahibi Rabbine karşı ne aldatıp isyana sürükledi?'' gerçeğinin mesuliyetini hatırlattığı andır seher vakitleri....
Seherlerde insan kendisini keşfetme imkânı bulur. Karanlığı delen Ay’ı, Güneş ve yıldızlar gibi, insan ruhuna açılan pencerelerden öteki âlemi seyreder adeta...
Ve bu şuurdaki insan bilir ki;''insan, fıtraten gayet zaiftir. Halbuki, herşey ona ilişir, onu mütessir ve mütellim eder. Hem, gayet âcizdir. Halbuki, belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem, gayet fakirdir. Halbuki, hayatın tekâlifi gayet ağırdır.Hem, insâniyet onu kâinatla âlâkadar etmiştir. Halbuki, sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zevâl ve firâkı, mütemâdiyen onu incitiyor. Hem, akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, sabrı kısadır. İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir kadir-i zülcelâlin, bir Rahîm-i zülcemâlin dergahına niyaz ile namaz ile mürâcaat edip arzuhal etmek, tevfîk ve medet istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinad olduğu bedâheten anlaşılır.'' (Bedîüzzaman Said Nursî, Sözler s.42)
Namaza alışmış/uyarlanmış ve onunla beslenen insanlar, ona hiç bir zaman doyamazlar. Doymak bir tarafa, her namaz bitiminde ''daha yok mu?'' der, nafileden nafileye koşarlar...
Namazla mi'râca dâvet, belki bizi insafa dâvettir. Bahsedilen nimetlerin hakkını veremeyen bizleri, mi'râclarını hakkıyla yapanların ardından bakmayalım. Bizler de, açtıkları o nurlu yolu takip edelim.Tüm mânevî kirlerimizden namazın o nuruyla temizlenelim.Ve evlerimizi, gece -gündüz Allah'ın (c.c) adının anıldığı Erkam b. Ebi'l-Erkam’ın evi gibi yapalım..