GELİN SİZİNLE hayalde bir yolculuğa çıkalım. Gözünüzü kapayın ve kendinizi bir aynanın karşısında tahayyül edin. Yüzünüzü seyrediyorsunuz. Milyarlarca yüz arasından size özel seçilmiş yüzünüzü. Kendimizi biraz zorlayalım ve yüzümüze duygularımızı yansıtmaya çalışalım. Bu işi hayalde yapmak pek zor olmayacaktır. Hayal edin gülen haliyle yüzünüzü ya da ağlayan haliyle. Kızgın ve sinirli, sevinçli ve memnun haliyle. Acı çeken, kibirlenen, utanan, mahcup olan, burun kıvıran, tepeden bakan, kahkaha atan, öfkelenen, kızaran, anlayan, bön bön bakan, somurtan, naz eden, imrenen, sırıtan, tebessüm eden haliyle yüzünüzü.
Sonra gözlerinizin içine bakın. Gözünüzün karasında geceyi hayal edin. Lambaların solduran ellerinin ulaşmadığı bir dağın tepesinden salkım salkım cenneti, gülümseyen geceyi ve dünyanın cennete açılan pencereleri olan yıldızları seyredin.
Sonra hilalden dolunaya ayın evrelerinde seyahat edin. Halelenmiş haliyle dolunaya bakın. Hayalinizde hilalin başını aşağıya çekip bir gemi yapın ondan ve uçun semanın derinliklerine. Galaksiler arası yolculuk edin. Üzerine binlerce yıldız şebnemleri kondurulmuş galaksi çiçeklerinin fotoğraflarını çekin hayal kamerasıyla. Helezonik, spiral, disk ve daha nice şeylerdeki galaksilerde nizamı, haşmeti ve azameti okuyun.
Sonra Samanyolundan bir yol yapın kendinize. Yıldız çiçekleri devşirerek avaneleriyle birlikte semaa kalkan güneşe uğrayın. Satürn’ün eteklerinde dolaşın. Oradan dünyanım eteğine yapışarak sizi döndürmesine müsaade edin.
Sonra eteğine yapışan ellerinizi bırakın ve sizi fırlatsın bulutların üstüne. Bulutların bembeyaz yumuşaklığına göz sürün. Bulutların üstüne yaslanarak gün batımına ve doğumuna uğrayıp sema tuvalinde bulutlarla boyanan cennet manzaralarını seyredin. Rüzgar dalgalarına binip gökyüzünde yolculuk edin.
Sonra şimşekle irkilip yağmurla mücessem rahmete dokunun. Bulutların saçlarına tutunarak aşağılara inin. Dilerseniz dolularla birlikte yerde seksek oynayın. İsterseniz biraz bekleyin ve göğe kurulan dev kaydırağın üstünde kayarak renk çiçekleri arasından inin aşağılara. Ya da kar tanesine tutunarak salına salına inin yere. Sonra da değdiği her yeri beyaz bir çiçeğe dönüştüren karla dikilmiş gelinliği içerisinde kış güzelini seyredin. Güneşin duvağına attığı parlak simler adedince gülücükler sunsun size. Onun beyaz yüzünde baharın yeşil yeşil bakışını seyredin. Allah’ın o yeşil örtüye kondurduğu bahar karları olan papatyaları hayal edin. Nergisleri, laleleri, gelincikleri, gülleri beyaz sarı kırmızı kır menekşelerini ve kır çiçeklerini hayal edin. Dilerseniz başınızı kaldırıp ağaç demetlerinde baharın yanaklarına kondurulmuş pembemsi beyaz buketleri hayal edin.Kirazın, şeftalinin pembe çiçekleriyle eriğin, armudun, elmanın bembeyaz tebessümünü hatırlayın. Erguvanları, mimozaları, mor salkımları hatırlayın. Atkestanesinin kırmızı, sarı ve beyaz renkteki şamdanlarında gündüzün mumları yansın. Ya da akasyanın gönül okşayan pembe süpürgesi değsin yüzünüze, gözünüze.
Sonra çiçeklerin aşıkları olan böcekleri hayal edin. Sinekleri, kelebekleri, arıları, rengarenk kuşları hayal edin. Kanaryanın sarısına, muhabbetin yeşiline, tavustaki renk cümbüşüne bakın ve Sani’lerine hayran olun. Her biri ayrı renk ve desende kostümlerine bürünmüş sayısız canlıyı düşünün.
Sona atları hayal edin. Rüzgarda yeleleri uçuşan dolu dizgin koşan özgür ruhları. Penguenin, kazın, ördeğin badi badi yürüyüşünü, kuğunun salına salına süzülüşünü, ceylanın şehla bakısını, antilobun zarif kaçışını hayal edin. Dilerseniz yaza uğrayıp sudan pişirilen şerbetlerin latif kaplarını hayranlıkla seyredin. Galaksilerin dört boyutlu fotokopileri olan şeftalilere narlara ve elmalara bakıp üzerlerine nokta nokta nakşedilen yıldızları seyredin. Meyvelerin letafetli, zerafetli, nezafetli ambalajlarını da hayranlıkla seyredin.
Sonra sonbahara uğrayıp pastel renklerde bakın dünyaya. Yaprakların dans ede ede yere inişini, rüzgarda uçuşuşunu, su üstünde yüzüşünü hayal edin. Sonra hayalinizi yaprağa bindirip açılın engin denizlere. Mercan adalarına uğrayıp dalın denizin dibine. Mercan resiflerindeki parlak renk cümbüşlerini hayranlıkla seyredin. Denizin dibindeki latif balıkların rengarenk giysilerini hayal edin.
Sonrasu yüzüne çıkın dünyaya yeni gelmiş bir bebeğin kırmızı suratına bir tebessüm kondurun. Dünyaya ‘merhaba’ deyin onunla. İlk göz açışını, sizi ilk fark edişini, çenesine dokunup “cee” dediğinizde yürek okşayan gülüşünü hayal edin. İlk ayağa kalkışındaki başarmanın memnuniyetini okuyun gülen yüzünde. Nazlanan, cilvelenen, yeni dillenen haliyle çocukları düşünün. Gençleri, ergenleri, yaşlıları ve insanları hayal edin. Renk renk, çeşit çeşit insanları... Siyah, beyaz, buğday tenli insanları ve insanların sayısız simalarını.
Sonra insanların ellerinde dokunan sanatları, el emeği göz nuru nakışları… Binaları ve binalara nakşedilen sayısız şekilleri hatları desenleri... Giysileri, arabaları, evleri, teknoloji elinden sunulan aletleri, edevatları. Ve daha nicelerini...
Sonra yeniden aynaya dönün. Tekrar yüzünüze bakın. Yüzünüze yerleştirilmiş bir çift göze iyice bakın ve gözünüzü açın.
Bütün bu sayılanlar gözümüze ihsan edilen nimetlerin sadece küçük bir kısmı ve her biri birer kudret mucizesi. Peki bütün bu güzellikleri bizim için güzelleştiren göze ne demeli. Nedense -göz veya görme olmazsa bizim için hiçbir değeri kalmayacak- göze takılan nesnelere takılıp dururuz. Aslında görmenin verilmesiyle güzelliğin kendisi bize takılmıştır. Gözün gördüğü her güzellik, aslında göz ile görme duyusuna haiz olan ruhta güzeldir. Ve ruh gördüğü her güzelliğe sahip kılınmıştır. Aslında yitirdiğimiz bir şey de yoktur. Asıl yitiriş sahibini yitirmek suretiyle ruhun yitirilişidir.
Şimdi yine gözünüzü sımsıkı kapatalım hem de sımsıkı kapatalım. Anadan doğma ama olduğumuzu hayal edelim. Hiç bir rengi, deseni, biçimi, sekli, boyutu, nakşı, zarafeti, letafeti ve hatta gölgeyi görmemiş olalım. Kapkaranlık bir dünyaya gözünüzü açamadığınızı hissederek duyumsamaya çalışalım.
Sonra bir bahar mevsiminde rengarenk çiçeklerle dolu, yanında şelale manzaralı bir dağ evinin bahçesinde, muhteşem kostümleriyle havada uçuşan kuşların altında gözünüzü açtığımızı farz edelim. İlk söyleyeceğiniz kelime ne olurdu acaba? Bence CENNET olurdu. Cennete geldiğimizi zannederdik herhalde. Ya da kalbimiz böylesi güzelliği görmenin heyecanına dayanamaz düşüp bayılırdık… Belki de kalpten giderdik.
Evet insan aslında cennete doğar. Ve bu dünyaya içine doğduğu cenneti fark etmek ve ona sahip olmak için gelir. İnsan dünyaya cenneti ve kendini o cennetle tanıtan Rabbini tanımak ve onun rızasını kazanmak için gelmiştir.
Evet biz CENNETTE YARATILDIK - ruhumuza takılan kalp, vicdan gibi hasseler bunun şahididir- ve içinde yaratıldığımız cenneti fark edip ebediyen kazanmak için buradayız.
Nasıl kapkara bir dünya ile rengarenk alemler arasında gözle fark edilmeyecek incelikte bir perde varsa –ama ile gören arasında olduğu gibi-, dünya ile cennet arasındaki perde de o kadar ince ve bir o kadar da kalındır. Yeter ki kalbimize örttüğümüz perdeyi azıcık aralayalım cennetin kokusunu ve esintisini hissederiz o an.
İnsan alemi tanıdıkça kendini tanır. Kendini tanıdıkça da kendini dünya cennetine yerleştiren sonsuz şefkatli rabbini tanır.
Ne mutlu kendini (nefsini) bilene ve onu, Rabbi bilmeye vesile edebilene.
Rabbim bize eşyayı hakikatıyla –ne ise ve nasıl ise öyle- tanıt. Biz senden gelen her hayra muhtacız. Gönlümüzü gözümüze GÖZ yap ki her şeyde seni görebilelim.